Dostlarla dolu neşeli bir yemek masasında, ellerimizi ısıtan bir bardak çayla vapurda, birazdan kopacak fırtına habercisi, kararan gökyüzüne bakarken ya da Feride’nin perşembe akşamı neden öyle baktığını düşünerek yürürken duyduğumuz ezgi, bizi ya başka bir zamana ya da başka bir yere götürür. Müzikçinin yaptığı şey, o başka zamanı ya da yeri tıpkı bir ressam gibi, renklendirerek yarı düş, yarı gerçek
bilincimize işlemektir.
“Eğer diş minemizin gençlik dönemimize ait katmanı ile erişkin dönemimize ait
katmanlarının izotop yapıları (aynı elementin değişik atom çekirdeği tipi) farklı ise, kesin olarak o dişin sahibinin başka bir izotop bölgesinden geldiği söylenebilir” (1)
diyordu yakın zamanda okuduğum bir yazı. Yazara göre bir insanın diş minesi
katmanları incelendiğinde, göçmen olup olmadığı, göç ettiyse dünyanın hangi
bölgesinden geldiği “parmak izi kesinliğinde” belirlenebiliyor. Benzer bir saptamayla, nerede dinlersek dinleyelim, bir müzik yapıtının kaynağını da, içerdiği ezgiden belirlemek mümkün. Müzik, yazıldığı coğrafyanın ya da daha doğru bir söyleyişle, o müzik parçasını yazanın yaşadığı toprakların renklerini taşıyor.
…sanki onların kanını taşıyormuş gibi yaşadım. Onlarla yıldızlı gökyüzü altında uyudum, çocuklarıyla oynadım, yaşlılarıyla gevezelik ettim. Ve ateş çevresinde müziklerini dinledim” (2) diyen Lizst’in rapsodileri bizi o çingenelerin hayatına, Macar topraklarına götürüyor. Bugün dinlediğimizde çocukluğumuzun saf, renkli günlerini anımsadığımız eski yerli filmlerin adı sanı anılmayan ezgileri bize ya Kemani Sebuh’un ya da müzik dehası
Tanburi Cemil Bey’in armağanıdır. Teksesli sanat müziğinde bıraktığı birbirinden değerli yapıtların dışında o güne kadar bilinmeyen bir tanbur çalma tekniği geliştiren Tanburi Cemil, kuramsal bağlamda Avrupa’nın çok sesli sanat müziğiyle de uğraşan bir Chopin hayranıydı. Chopin’in bir yapıtının Abdülmecit dönemi İstanbul’unda yorumlandığı güne ilişkin anısını şöyle anlatıyor oğlu Mesut Cemil:
Meşrutiyet ilan edilmişti. … Tanburi Cemil ile piyanist Geza de Hegei de bu sahnede (Tepebaşı tiyatrosu) yanyana idiler.”
“Ben küçük bir çocuktum ve babamla beraber tiyatroya gittim. … Babam gürültüden ve sahnede bu kadar kalabalık karşısında kendisini teşhir etmekten hoşlanmıyor ve işini bitirip bir an evvel gitmek istiyordu. Fakat… Birçok defa yeniden sahneye gelmek ve bislerle çalmak mecburiyetinde kaldı. Nihayet umumi heyecanın dalgasından yakasını kurtarınca, benim elimden tutarak yavaşça kulisin arasından savuşmak istediği bir sırada, piyanist Hegei’nin sahneye çıktığını görerek durdu, kulisin loş bir yerinden piyanisti dinlemeye başladı. O zaman, babamın derin bir heyecanla benzinin solduğunu ve bir kimsenin kendini göreceğinden endişe eden bir tavırla
ağladığını gördüm. Sonradan öğrendim ki o gün piyanist Hegei bilhassa Chopin’den çalmış. Babamı zaman zaman… hatırında kalan bir parçayı ‘naivement’ (incelik, saflık) deşifre etmeğe çalışırken gördüm. Ve yine sonradan öğrendim ki bu parça Chopin’in mi bemol majör noktürnü imiş” (3) Tanburi Cemil Bey, yaşam tarzı ve romantik kişiliğinin benzetildiği Chopin gibi genç yaşta yakalandığı verem nedeniyle aramızdan ayrıldı. Onun istanbul’da, bir konserinde, duygu seli içinde dinlediği noktürnü yorumlayan piyanist Geza de Hegyei’se, güzel bir çingene kıza âşık olduğu için Macar çingeneleriyle yaşayan Franz Liszt’in öğrencisiydi. Bu ayki temamız “musikiye bayılıyorum”, Orhan Veli’nin Eskiler Alıyorum şiirinden. Kiltablet yazarları öyküleriyle müziğin büyülü dünyasında sürprizli bir yolculuğa çıkarıyor bizi.

1 Mehmet Özdoğan, İlk Çiftçiler Neden Göç Ettiler, Aktüel Arkeoloji, Kasım-Aralık 2016
2 Faruk Yener, Müzik Kılavuzu, Bilgi Yayınevi, İstanbul, 1983
3 http://www.cevatmemduhaltar.com/turkiyede-chopin.html