Yatağının aniden koltuk konumuna geçmesiyle sıçrayarak uyandı. Oturur pozisyonda başı önünde uyumaya devam etti. Yatak yetmiş derece dönünce neredeyse yuvarlanarak kalkmak zorunda kaldı.

Duşa girdikten sonra günlük vitamin ihtiyacını belirleyen sebze meyve karıştırıcısının sesiyle neredeyse dans eder gibi odadan odaya geçti. Dünya bir anda, bir gecede güzelleşmişti. O kadın! O güzel kadın! Davette ilk gördüğü andan itibaren güneş gibi süzülmüştü yaşamına. Aynadaki aksine baktı. Anlamsızca gülümsüyor, kendine engel olamıyordu. Gözleri ışıl ışıldı. Ah! Ahşap için vernik neyse, insan için de aşk odur. Yaşayan parlar.

Kadının kendine güvenine, zevkine ve yaşam şekline hayran kalmıştı. O güzelliğin neredeyse her ânını paylaştığı sosyal medya hesaplarının aldığı beğenilerin sayısını görünce çılgına dönmüş, böyle bir kadınla tanıştığı için havalara uçmuştu. “Sabah araşalım” deyip ayrılmışlardı.

Karşısındaki ekranda neredeyse bir önceki geceden daha güzel bir görüntü… Topuzunu açıp omuzuna döktüğü gökkuşağı rengindeki saçları, kalıcı makyajının belirginleştirdiği iri gözler, ünlü diş hekiminin elinden çıkmış bembeyaz dişler…

“Günaydın. Bugün saat birde yemek için ne dersin? Yeni açılan Fransız organik sebze barında.”

“Günlük akışıma bakmalıyım, ararım seni.”

Sebze bardağını bırakıp tartıya çıktı. İki yüz gramlık sapma var. Hemen, excellent2085 model cebine, son verileri, uyuduğu süreyi, tartı sonucunu, gideceği yerin bilgilerini ve yürüyerek gitme tercihini girdi. Girdiği verilerle, giysi dolabı ona, keys marka sarı mor çizgili uzun kollu terletmeyen slim kesim gömlekle, yine aynı markanın yeşil fosforlu kas sıkılaştırıcı pantolonunu önerdi. Ayakkabı dolabı ise tiger 115 serisinin pembe rengine yönlendirdi.

Ayakkabıları, gideceği yerin komutunu aldığından, yürürken tüm mesajlarını okuyabiliyor, yanıt verebiliyordu. Bu arada “yemek, ok” mesajı geldi. “İşte bu” diye haykırdı. “Yine bir numarayım!”

Yürümeye devam ederken, iş verilerine bakmaya, toplantının datalarını incelemeye, grafiklerine bakmaya başladı. Satışlarının artış trendinin, iki yıl sonra yüzde beş gerileyeceğinin öngörüsü üzerine stratejik yönetim kararları vereceklerdi. Bir üst kariyere çıkmasını sağlayacak bir toplantı için ses kaydını dinliyor, bir yandan da onu destekleyen görüntülere bakıyordu ki, düşüverdi. Düşerken telefonu elinden fırlayıp parçalandı. Başını bir şeye çarptı. Eyvah bayıldı! Ayılmasını bekleyelim.

Nihayet! Ayıldığında, başında doktor ve bir belediye çalışanı var. Doktor, gözlerinin içine ışık tutuyor. Yan tarafta bir ambulansın ışıkları yanıp sönüyor. Sedyede yatıyor. Doktora “iyiyim” diyor, kendine gelmeye çalışırken.

“Risk alamam beyefendi. Her şey olabilir, bir iç kanama, beyin kanaması, bakın belediye görevlisi yanımda. O da izin vermez buna.”

“İyiyim, merak etmeyin, lütfen. İşe gitmem gerek, telefonumu gördünüz mü?” diye soruyor bir yandan da aranmaya çalışırken.

“Telefonunuz hasar tespit ve kontrol merkezine götürüldü. Çıkacak hasarı belediyemiz karşılayacak beyefendi, hiç merak etmeyin. Ayrıca kıyafetinizin temizlik bedelini, hastane masraflarınızı ve geç kaldığınız her dakika için sizden kesilecek maaş bedelini de. Elimde gördüğünüz bu taşa takılmışsınız. Sanırım ayakkabınız bunu algılayamamış. Ayakkabı firmasına sizin adınıza ve belediye adına dava açacağız. Buradaki çocukların marifeti bu… Algılayıcıları önleyen bir madde var ellerinde. Sakız! Onu bir sıvıya buluyorlar sonra taşa yapıştırıp bizi ve tabii siz vatandaşlarımızı zor durumda bırakıyorlar.”

“Tamam, sorun değil. Bugün önemli bir toplantım var. Geç bile kaldım. Lütfen izin verin şimdi. Ben iyiyim. Sorumluluğu üzerime alıyorum, bir şey olursa kimseyi dava etmeyeceğim.”

“Bu kişisel bir problem değil ki!” diyor belediye çalışanı ders verir gibi. “Sizin gibi kaç kişiyi mağdur ediyorlar bilseniz. Elimize geçirdiklerimizi aileleriyle birlikte tam otuz iki saat eğitime tutuyoruz. Bunun maliyetini bir düşünün, rica ederim. Ayrıca sevgili vatandaşlarımızın başına gelenlerin maliyeti…Bu toplumsal bir problem! Siz de böyle anlayış gösterirseniz kim, nasıl hesap verecek o zaman?” Saatine bakıyor. Toplantıya yetişmesi için tam on iki dakikası var. Bir araba bulabilse.

“Sizi çok iyi anlıyorum beyefendi” diyor aceleyle ama çok sakin bir sesle. “Toplumsal tüm gereklerin yerine getirilmesinde sonuna kadar destekçinizim. Ancak, şimdi durum çok farklı. Sizden bir ricada bulunabilir miyim? Bana bir araba bulabilirseniz işe yetişeceğim lütfen!”

Sözleri bir şey ifade etmiyor. Tabii ki etmeyecek. Böyle bir anda sözler sizi ikna eder miydi? Bu arada doktor, baştan aşağı tarayıcıdan geçirip bağladığı kalp cihazını sökerken, sedyenin ambulansa konulması için kenara çekiliyor. Ambulansın kapısını kapatırlarken hâlâ bağırıyor, faydasız. Boş yere bağırma. Patronu durumdan haberdar edilmiş. Verdikleri yeni telefonla bağlantı kuruyor. Önce “geçmiş olsun” diyor ama kazalara karşı toleransı olmadığını hissettiriyor. Sesinde suçlayıcı bir ton var. İnsanın kontrollü olduğu sürece hastalıkların ve kazaların olmayacağı konusunda bir iki kere söylev çektiği geliyor aklına. Çaresizce özür diliyor. Özür mü? Çaresiz olması, özür dilemesi bir tiksinti oluşturuyor, yüzü buruşuyor patronun. Görseniz sanki leş gibi bir odaya girmiş. Öyle bir ifade… Bir de özür dilerken “kontrolüm dışında gelişti” falan demesi iyice kızdırıyor patronu. Kontrol dışı ne demekmiş. İnsanoğlu her şeyi kontrol etmek için bu kadar gelişim sağlamış. Bunca teknolojik devrim bunun için yapılmış. Kendini yönetemezse koca şirketin stratejilerini nasıl yönetecekmiş. Bunları patron söylüyor, ben değil. “Geldiğinde görüşeceğiz bu konuyu. Bugün izinlisin” diyerek kapatıveriyor ekranını. Şaşkın. Ne yapacağını bilemez haldeyken aklına Nesli geliyor. Henüz buluşmaya vakit var, ancak eve gitmeli diye düşünüyor. Yataktan kalkmaya yeltendiğinde ötmeye başlayan ses üzerine bir hemşire başımda bitiveriyor.

“Beyefendi kalkamazsınız. Henüz tüm tetkiklerin sonuçlarını bekliyor doktorunuz.”

“Ben iyiyim. Bakın bir kadınla randevum var. Anlayın lütfen. Gerçekten iyiyim ben.”

“Prensiplerimizden ve kurallarımızdan ödün vermemizi mi istiyorsunuz? Rica edeceğim beyefendi, hastanemiz dünya listesinde yirmi ikinci sırada. Bunu, titizliğine, özenine ve hiçbir konuyu tesadüfe bırakmamasına borçlu.”

Çatlamak üzere. Bir şekilde bu girdaptan kurtulmalı, ama nasıl? Aklına babasını aramak geliyor, hemen vazgeçiyor. ‘Bu yaşa geldin, elde ettiğin büyük bir başarın bile yok. Sıradan bir şirkette sıradan bir yönetici olabildin. Üstelik bana göre kas yapında da bir üstünlük yok. Bir de hastanelik mi oldun? Dikkatsizlikten nefret ettiğimi, hele hastanelerin varlığına bile dayanamadığımı bilirsin’ diye başının etini yer artık. Mecbur yatıyor yatakta. Neyse ki çok beklemeden doktor geliyor. Hiçbir problem olmadığını ve çıkabileceğini söylüyor. Neredeyse adama sarılıp öpecek. Fırlıyor yataktan, hastanenin yanındaki yükleme merkezinden telefonuna tüm gereken donanımları yükletiyor; banka kredi kartları, kimlik bilgileri, tüm numaraları, işiyle ilgili verileri. Buluşmaya yarım saat var. Eve gitmesi on beş dakika alsa buluşmaya ucu ucuna yetişir.

Nesli adamımızdan üç dakika önce gelip iki kişilik masaya oturmuş. Üzerinde göz alıcı kırmızı bir elbise, ayaklarında yeşil grange modeli ayakkabılar. Tek elinde siyah bir eldiven sanırım escadero marka. Masaya yaklaşıyor,

“Bir kadını beklettiğin için senin sekiz puanını sildim” diyor Nesli daha oturmasına bile izin vermeden. Özür dilemeyecek, yaşadıklarını da anlatmayacak, çünkü ardı ardına puan kaybedeceğinin farkında..

“Çok güzelsin” diyor. Oturduğu anda masadaki menü açılıyor. Daha fazla konuşmadan kokusunu, görüntüsünü sanal ortamda test edip siparişlerini veriyorlar.

“Kıyafetini beğendim” diyor Nesli, giysi dolabının ilk buluşma için önerdiği kıyafeti süzerken.

“Ben de seninkini” diyor sevinerek.

“Sen bir şey söylemesen de iki saat önce nerede olduğunu biliyorum. Biraz tuhafıma gitti. Açıkçası yakıştıramadım sana. Dün gece anlatmıştım ya bir erkekle ilişki için yaptığım puanlamayı. Sen şimdiye kadar ki en yüksek notu almıştın benden ama bu hastaneler, geç kalmalar. Artık pek emin değilim.”

Sonra o iri gözlerini eline odaklıyor Nesli. Siyah eldivenini yavaş yavaş çıkartıyor. Bu ritüeli sessizce izliyor, bir gece önce dinlediği ve son derece anlamlı bulduğu puanlama işi artık canını sıkıyor.

“Nerede olduğumu ‘Günün her saniyesini paylaşıyoruz’ da mı gördün yoksa?”

“I-ıh! Belediyenin resmi sitesinde adın geçince, arkadaş listendeki herkese düştü tabii o halin. Çok moral bozucuydu biliyor musun, seni öyle, kontrolsüz, baygın görmek. Kızlar bu buluşmaya gelmemi bile istemediler ya, neyse bir şans daha vereyim dedim.”

“Bu sabah başıma gelenleri bir de benden dinle istersen.”

“Gerek mi var! Tüm bilgiler kişinin günlüğünde anında görünüyor zaten. Biliyorsun paylaşım sitelerinin affı olmaz.” Gülümsüyor, sanki programların entegrasyonlarını kendi yapmış.

Sessizce yemeklerini yiyorlar. Bir ilişkileri olamayacağını nihayet anladı. El sıkışıp ayrılıyorlar. Eve doğru yürümeye başlıyor. E, biraz hava almaya ihtiyacı var. Sadece yemek yiyecekleri komutunu verdiğinden gösterişli ama bir o kadar da rahatsız ilk buluşma ayakkabısıyla yürümek bir hayli zor olmalı. Birden önünde sakızlı bir taş görüyor. O anda da üç çocuğun ara sokağa doğru kaçmaya başladığını fark ediyor. Yoksa hayatının mahvolduğunu düşünmesine neden olan bu çocuklar mı? Peşlerinden koşmaya çalışsa da ne ilk buluşma için giydiği kıyafet, ne de ayakkabılar rahat hareket etmesine izin veriyor. Orada, hemen soyunup bir donla kovalamaya devam ediyor. Arkasından, “Dur… Yoksa vururum” komutunu veren polis arabasının siren sesini duyuncaya kadar, deli gibi peşlerinden koşmayı sürdürüyor.