Bir sahil kasabasında tek başına yaşamayı seçti. Geçmiş yaşamında ne varsa hepsinin üzerine bir çarpı işareti koyup, mahzun ruhunu yorgun bedenine yükleyerek bu kasabaya yerleşti. Kendini oldukça özgür hissediyor, kasabanın dinginliği yeni yaşamında ona huzurlu bir yaşam sunuyordu. Yalnızlık güzel bir şeydi, ancak uzayınca tadını yitirmeye başladı. Gündüzleri bir şekilde geçiyordu geçmesine de, geceleri yalnızlığın hayaleti bedenini sımsıkı sarıyor, tırnakları yüreğini kanatıyor, nefesi ruhunun derinliklerinde dayanılmaz fırtınalar yaratıyordu.

Sosyal medyayı hiç sevemedi. İnsanların bu konudaki tutkuları ve yaşanılanlar, nedense ona hep itici geliyordu. İnsanların ellerinde bir akıllı telefonları vardı; her an, her saat ellerindeydi. Yolda, otobüste, trende, vapurda, otururken ya da hareket halindeyken dahi, bu akıllı telefonlarına bir tutkuyla bakıyorlardı. Sanki insanların akılları bu kutuya hapsedilmiş de, onu bulup çıkarmaya uğraşıyorlardı. Bunu yaparken nedense kendilerinden geçiyor, etraflarına bile bakmıyorlardı. Hatta bu yüzden kazaya uğrayanlar ve hayatlarını kaybedenler vardı. Bu telefonları bu denli çekici kılan acaba neydi? Buna akıl erdiremiyordu. Biliyordu ki, teknolojinin iletişimdeki en son harikaları bu kutuların içine yüklenmişti. Dünyanın bilgisi, olup bitenler bu sihirli kutunun içindeydi. Bununla da sınırlı değildi olay. Bu kutu sizi alıp sanal bir dünyanın içine sokuyordu; dostlarınız, arkadaşlarınız hep oradaydı. Hatta dost edinmek, arkadaş bulmak da bu kutunun maharetleri arasındaydı.

Komşusu Necati, ona sosyal medyayı önerdi ve internetle tanıştırdı. Komşu, genç bir adamdı ve bir “internet kafe” çalıştırıyordu. Ona akıllı bir telefon almasını önerdi. “Kafanı kaldıracak vakit bulamazsın, bütün gecelerin büyük bir keyfe dönüşür. Yalnızlığın kâbusundan ve can sıkıntısından kurtulmuş olursun” diyordu. Yaşlı adam buna pek kulak asmadı. Eski model bir telefonu vardı ve ona yetiyordu. Ama ara sıra şeytan da dürtmüyor değildi. Necati’nin zorlamasıyla kafasında gelgitler yaşıyordu. Muhafazakârdı, alışkanlıklarından kolayca sıyrılacak biri değildi. Etrafındaki insanların, akıllı telefonlara ve internete bu denli düşkünlüklerinin nedenini anlamıyordu. İnsanların akıllarını bir kutuya sokup, akılları telefonlarında hapis, akılsız varlıklar olarak dolaştıklarını düşünüyordu.

Bir gece, tuhaf şeyler gördüğü rüyasından kan ter içinde uyandı. Elleri bir ekrana dönüşmüştü. Kafasından geçirdiği şeyleri anında avucunun içinde bire bir görüyordu. Dostları, arkadaşları, onların eşleri ve çocukları düşünüldüğü anda avuçlarının içindeydiler. Onları görmek bir yana onlarla konuşuyor, söyleşebiliyordu. Parmak boğumlarının her biri bir başka dünyayı gözlerinin önüne seriyordu. Dünyanın tarihi, coğrafyası, insanlığın gelmişi geçmişi, aklından geçirdiği hemen her şey bir anda parmaklarının arasında ve avuçlarının içindeydi. Nedense bir an aklından “sonum ne olacak” diye geçti. Gördüğü şey karşısında irkilerek uyandı… Uyanır uyanmaz gördüğü şeyi anında unutuverdi. Hâlâ dehşet içindeydi.

Sabah kalkar kalkmaz soluğu abonesi olduğu bir telefon şirketinde aldı. Bir müddet önce burada çalışan bir genç kız, “amca bu akılsız telefonu bırak, sana kampanyadan bir akıllı telefon verelim, taksitler telefon faturasına ekleniyor, ödediğinin farkında bile olmazsın” demişti. Bu genç kızı arayıp buldu. Genç kız onun için uygun olan bir akıllı cihazı ambalajından çıkarıp, gerekli ön bilgileri vererek teslim etti. Sonrasında komşusu Necati’nin internet kafesine gitti ve telefonu Necati’nin önüne koydu. Necati bıyık altından gülerek, “yaşa be Şâkir amca şimdi oldu” diyerek telefonu eline aldı. “İyi bir marka ve güzel bir telefon” diyerek onun telefonla bağının ilk düğümünü attı. Telefonu nasıl kullanacağını, nasıl erişim sağlayacağını anlatarak, telefona çeşitli programları indirdi. Arkadaşlık ve çeşitli sitelere nasıl girileceğini münasip bir lisanla anlattı.

İlerleyen günlerde Şakir Bey, bazı eksiklerine karşın, iyi bir telefon kullanıcısıydı artık. Gecesi de gündüzü de telefonla haşır neşir geçiyordu. Telefonunu yanından ayıramaz hale gelmişti. Kendisi de acıyarak baktığı insanlardan biri olmuştu. Yalnız sayılmazdı. Sanal da olsa etrafında bir yığın insan vardı. Bu insanlar soluksuz birbirlerini izliyor, her an her saat nerede olduklarını birbirlerine bildiriyorlardı. Gezip gördükleri yerlerden resimler ve videolar gönderiyorlardı. İlerleyen günlerde bu insanlar arasında yaşına başına uygun dostları da oldu Şakir Bey’in. Bunlarla ara sıra buluşmaya da başladı. Bu maceranın kötü taraflarını da yaşadı Şakir Bey. Çekici bir kadına önce gönlünü, sonra bir miktar parasını kaptırdı.

Şakir Bey, denizi ve yüzmeyi severdi. Sabah erken saatlerde kalkıp denizin koynuna atardı kendini. Denizde sırt üstü yüzerken gökyüzünü, bulutları seyreder, varlığının tadını çıkarırdı. Yine böyle bir günde yüzerken, o turkuaz bakışları üzerinde hissetti. Suyun içinde doğrulduğunda, bu gözler tebessüm eden bir çehreyle kendisine bakıyordu. Şakir Bey bir anda o gözlerin sihrine kapıldı. Bu gülen yüze içten bir tebessümle karşılık verdi. İçinde bir şeylerin kıpırdadığını hissetti. Orta yaşlardaki bu kadının büyülü bakışları, gözlerinden içeri süzülerek onu yüreğinden yakaladı… Kendine çekiyordu. “Günaydın” dedi kadına. Ancak kadın başını iki yana sallayarak, Rusça bir şeyler mırıldandı. Her ikisi de çaresizdi. Birbirlerinin dillerini bilmiyorlardı. Gözler ve bedenler, evrensel bir dille konuşmalarını sürdürdüler. Birbirlerini sevecen tebessümlerle seyrettiler.

Deniz çıkışında ne yapacaklarını bilemediler. Şakir Bey vücut diliyle ve kırık bir İngilizceyle kadının kaldığı yeri sorarken, kadın beden diliyle öğleden sonra ülkesine döneceğini anlatmaya çalışıyordu. Birlikte sahildeki bir markete yürüdüler. Şakir bey marketten bir kalem ve bir parça kâğıt istedi. Kadın mail adresini bu kâğıda yazdı. Sonrasında vedalaşıp ayrıldılar.

Sonraki günlerde telefonlarıyla mektuplaştılar. Kadının adı Larissa’ydı ve mesaj İngilizceydi. Oysa kadın İngilizce bilmiyordu. İngilizce bilen bir dostuna yazdırmış olmalıydı. Şakir Bey kırık dökük İngilizcesiyle kadının mesajını çözmeye çalıştı. Kadın, “kendi dillerimizde yazışabiliriz” diyordu. Fakat Şakir Bey buna bir anlam veremedi. Yazıyı tam anlamıyla çözemediğini düşündü.

Soluğu Necati’de aldı. Durumu onunla paylaştı. Necati gülerek, “Şakir Bey Amca kadın doğru söylüyor; sen Türkçe yaz, o da Rusça yazsın fark etmez” dedi. Şakir Bey’in kafası karıştı, “peki nasıl olur bu” diye soramadan edemedi. Necati, şen bir kahkaha atarak, “Google amca sağ olsun” dedi. Şakir Bey’in kafasında bir şeyler belirdi ama tam anlamadı. Gözleri afallamış bir vaziyette Necati’nin yüzüne bakmaya devam etti. “Şakir Amca” dedi Necati, “Google’un bir çeviri programı var, metni oraya geçiyorsun… Anında tercüme ediyor.” Şakir Bey, “yapma yaa!” diyebildi. Heyecanın ve hayretin doruklarında gezinen bir çocuk gibiydi.

Şakir Bey ve Larissa dostluklarını ilerlettiler. Larissa, Kazan’da İdil nehrinin kıyısındaki Zelenodolsk’ta bir hastanede hemşirelik yapıyor, tek başına yaşıyordu. Bir kızı ve iki torunu Kanada’da yaşıyorlardı. Zaman ilerledikçe Larissa ve Şakir Bey, gerçekten dost olmuşlardı. Hem Türkiye’de Hem Rusya’da birlikte seyahat ediyorlar, tatillerini birlikte geçiriyorlardı.

O yıl tatillerini Kırım’da geçirmeyi planladılar. Nova Stella otelinde buluşacaklardı. Daha önce buraya birkaç kez gitmişlerdi. Şakir Bey otele zamanında gitti. Larissa’yı bekliyordu. Gelmedi Larissa. Telefonu da cevap vermiyordu. Şakir Beyi garip bir telaş aldı, endişe ve merak içinde yerinde duramıyordu. Derdini kime anlatacak, Larissa’nın akibetini kimden nasıl öğrenecekti? Aklına kötü şeyler geliyor, çıldıracak gibi oluyordu. Doğruca Zelenodolsk’un yolunu tuttu. Larissa’nın Kırım yolunda, trajik bir trafik kazasında öldüğü gerçeğini öğrenince, ayaklarının altından toprak kayıverdi… Dünyası karardı. O karanlığın içinde bir yer aydınlandı yavaşça… Rüyasının bir türlü hatırlayamadığı geleceğine dair o dehşet sahnesini apaçık hatırladı Şakir Bey! Yaşamın mücevherleri olan mutlu anların, kısa ömürlü olmalarına kırgın, çaresizlik içinde iki eli böğründe olduğu yerde donup kaldı.