Nana…

Mektubuma başlarken şunu söylemeliyim ki, yazacağım şeylere vereceğin her türlü cevap kabulümdür. Sen, yaşadığım kafa karışıklığına, ruhuma ayna tutan kadın! Aşağıda yazacağım satırları senden iyi kimse anlayamaz, değerlendiremez.

Yazmayı çok sevmezdim ben. Ta ki sen o kâğıt ve kalemi önüme koyup “sus ve yaz” diyene kadar…

“Sus artık Mehmet” hayatımın bir döneminde en sık duyduğum cümleydi. Beş yaşıma kadar susmuş, konuşmamışım. Tek söyleyebildiğim kelime “ nana”ymış. Bir buçuk yaşlarımda anneme söylemişim ilk, dünyalar onun olmuş, anne demeye niyetlendiğimi sanmış. Sonra bir bakmış ki istediğim her şey “nana”, herkesin adı “nana”, bütün duygularımı “nana”yla ifade ediyorum, tabii işaret ve vücut dilim de “nana”ya eşlik ediyor…

Bütün aile derde düşmüş. Doktor doktor gezmişler, olmamış. Hacıya, hocaya gitmişler, adaklar adamışlar, dualar etmişler, yok, olmamış. Bülbülün içtiği sudan içirmişler, yine tık yok. Yıllar geçmiş, artık ümidi kesip beni “duyan dilsiz” olarak kabul etmeye hazırlanıyorlarmış ki, konuşmaya başlamışım. O beş sene içinde neler birikmişse artık çocuk beynimde, uzun süre hiç susmadığımı hatırlıyorum.

Okula başlayınca çok sıkıntı çektim. Kırk kişilik sınıflarda, kırk beş dakikalık ders süresince, öğretmenden arta kalan sürede, kişi başına düşen konuşma süresi ne olabilir ki… Ben o kırk beş dakikalık sürenin tümüne taliptim, sürekli konuşmak istiyordum. Bir defasında öğretmenimin ağzıma koli bandı yapıştırdığını şimdi bile utançla hatırlıyorum.

Bu arada, neredeyse konuşmayla eş zamanlı okumaya başladığımı söylemeyi unuttum. Okumayı da konuşmak kadar seviyordum. Hatta sessiz kaldığım tüm zamanlarda okuduğumu söyleyebilirim. İlk başlarda onu da sesli yaptım, neyse ki okurken kimseyi dinlemeye zorlamıyordum.

Yazmaya gelince… Konuşmak ve okumaktan fırsat bulamadığımdan olsa gerek, tam olarak yazmayı ilkokul üçüncü sınıfta öğrendim. Ama şu da bir gerçek ki, yazmaya başladığımda sınıfın en güzel el yazısı benimkiydi. İnci gibi yazardım. Yavaş yavaş, noktalama işaretlerine dikkat ederek, resim çizer gibi…Yazılı sınavlar başlayınca zor durumda kaldım ama sözlü sınavlardan aldığım notlarla durumu kurtardım.

Edebiyat fakültesini kazanmam ve başarıyla bitirmem sürpriz olmadı. Ancak ilkokul ve ortaokulda olduğu gibi üniversite yıllarımda da hiç arkadaşım olmadı. Sorun çok konuşmamdı, biliyorum. Herkes kaçardı yanımdan; bazen “Aman uzaklaşalım, lafa tutar şimdi” gibi cümleler çalınırdı kulağıma.

Öğretmenliğe başladığımda çok mutluydum. Artık bana kimse “sus” demeyecek, kırk beş dakikalık derslerde dilediğimce konuşacak, anlatacaktım.

Okula ilk başladığım gün koridorda karşılaştık seninle. Yeşil eşofmanların, atletik vücut yapın branşını belli ediyordu zaten. Uzun siyah saçların ve yüzündeki kocaman gülümseme çok cezbediciydi. Bedeninden yayılan sabun kokusu çok hoşuma gitmişti. İçtenlikle elini uzatıp “Ben beden eğitim öğretmeni Neriman” diye tanıttın kendini. İçim ısındı sana. Neredeyse ilk arkadaşım oldun sen benim. Can kulağıyla dinlediğim, hatta daha çok konuşsun istediğim ilk insan oldun. Eşit sürelerde konuşuyor, birbirimizin fikirlerine çok değer veriyorduk.

Sonra o geldi okula. Birden çıktı öğretmenler odasında karşıma. Aramıza yeni katılmıştı. Onu görünce dilim tutuldu benim. Sade, duru, sessiz bir kadındı. Sarışın, kısa saçlı, oldukça kısa boyluydu. Çok masum görünüyordu. Öğretmenler odasına girince kimsenin yüzüne bakmadan “merhaba” diyor, masasına geçip çalışmaya başlıyordu. Çok dakikti, teneffüslerde dikkat çekmeden bir köşede otururdu. Birçok insan onun “varlığıyla yokluğunun bir olduğunu” söylerdi. Bense onun varlığını bir armağan gibi görüyordum. Tek kelime konuşamıyordum onunla, merhaba derken tesadüfen göz göze gelsek, dünyalar benim oluyordu. Öğretmenler odasına girince önce sana “merhaba” diyor, sonra gözlerimle onu arıyordum. Göremezsem telaşla okulda bir tur atıyor, yine göremezsem gelip sana sığınıyordum. Sana bu konuda bir şey anlatamıyor, soramıyordum çünkü ben de hiç konuşmadığım bu kadına karşı ne hissettiğimi bilmiyordum. Garip bir durumdu, tabii senin gözünden kaçmıyordu ama sen de bu konuda hiç konuşmuyordun. Yıl sonuna doğru onun tayininin çıktığını duyduk, kendi istemiş. Doğu’ya memleketine gidecekmiş. Bir öğlen arası, öğretmenler odasında, yine senin kafanı eften püften konularla şişirip bir yandan da mutsuz bakışlarla onu takip ederken, pat diye kâğıt ve kalemi koydun önüme ve dedin ki “Sus artık be adam, otur da yaz derdini şu kâğıda, ben iletirim.”

Kalemi, kâğıdı kaptığım gibi sınıfa girdim. Öğrenciler gelince, “Herkes kitabını, defterini kaldırsın, boş bir kâğıt çıkarsın” dedim. Sınav olduğunu sanan öğrencilerden itiraz sesleri yükseldi. “Hayır” dedim, mektup yazacağız bugün. Herkes bir sevdiğine, arkadaşına, kime isterse bir mektup yazacak. İsterseniz okul çıkışı postaya verebilirsiniz.” Telaş bitti, sınıf sessizliğe büründü ve ben yazmaya başladım. Hiç tanımadığım birine mektup yazmaya çalışıyordum. Ne zor şeydi yazarak duygularını anlatmak. Ben söz ustasıydım, konuşurken kelimelere kırk takla attırırdım. Ama yazarken evirip çevirmek yoktu. Söylediğim şeyler onun aklında tutabildiği kadar yaşayacakken, yazacağım şeyler sonsuza kadar saklanabilecek, torunlarımın çocukları tarafından da okunabilecekti. Sonra bir de imza atacaktım yazdığım metnin altına, o imza ne kadar önemlidir, ne büyük sorumluluktur.

Yazdığım hiçbir cümleyi beğenmedim. Yazdım, karaladım, sildim, çizdim, yırttım… Bir baktım sınıfta yalnızım. Öğrenciler gitmiş, hademe elinde süpürge kapıda bekliyor. Çantamı açıp etrafa saçtığım bütün kâğıtları toplayıp içine tıkıştırdım. Eve gittim. Hafta sonu iki gece uyumadım, denemelere devam ettim. Bazı cümleler eksik geldi, bazıları abartılı, bazıları yeterince güzel değil, bazıları çok cesur, o cümle yanlış anlaşılabilir, bu cümle…

İkinci gece sabaha karşı uyuyakaldım. Gece rüyamda kendimi elimde bir kutu boya ve fırçayla, göğün mavisine, dağın yeşiline, yerin karasına “Seni seviyorum Neriman, seni seviyorum Nana” yazarken gördüm. Sabah saatin tiz sesiyle uyandım, gözümü tam açmadan masamın başına geçtim ve boş bir sayfa çıkarttım. Tam ortasına büyük harflerle rüyamda gördüğüm cümleleri yazdım. Altına imzamı attım, zarfa koydum, ağzını kapattım ve çekmeceye fırlattım. O günden sonra her gece bir mektup yazdım sana. Tam üç yüz mektup var masamın çekmecesinde. Sana yazmak öyle kolaydı ki…Seninle konuşuyordum, her gün bir başka yönünü keşfediyordum…

Ona karşı birden kayıtsızlaşmamı önce yadırgadın. Sonra “Ne oldu?” diye sordun. “Yazarken sadece dış görünüşünü bildiğim bir insanı sevemeyeceğimi fark ettiğimi” söyledim. Son derece ilgisiz bir şekilde yolcu edilmesine katıldım onun. Yazmak düşündürtmüştü beni, kendimle buluşturmuştu, ne istediğimi buldurmuştu, iyileştirmişti ve buna sen vesile olmuştun. Artık sana Nana diyordum. Birlikte bir arkadaş grubu oluşturmak, ailelerimizle tanışmak…. Her şey öyle doğal, öyle kendiliğindendi ki… Dün bana, “O mektubu yazsaydın bile ona vermeyebilirdim” dediğinde dünyalar benim oldu. Sana bu mektubu yazmaya karar verdim. Ekte üç yüz mektubu bulacaksın, okuman epeyce vakit alacak…

Neriman, Nanam, seni seviyorum. Bana “Evet” de, dünyanın en güzel edebi metnini birlikte yazalım ve altına imzamızı atalım. Sözlerim yüreğimin ta içinden billur bir pınar gibi geliyor, senin “Evet” cevabınla çağlayana dönüşecek. Evlen benimle Nana…

Mehmet

Abicim, bugün babaannemin evini temizlemeye, eşyalarını dağıtmaya gittik. Sandığında bu mektupları buldum. Okumak saatlerimi aldı. Hepsinin fotoğraflarını çektim, bilgisayardan sana yollayacağım. Dayanamayıp, bir bakıma bizlerin hikâyesinin de başlangıcı olan yukarıdaki mektubu sana telefonumdan yolluyorum. Ne kadar güzel bir el yazısı varmış dedemin değil mi? çocuklarımız ve onların da çocuklarının okuması dileğiyle bilgisayarlarımıza kaydedelim…

Ayla