Sevgili Rahibe Bertha,

Bu mektupta yazacaklarımı yüz yüze konuşmayı çok istedim, birkaç kez denedim ama başaramadım. Seni bir ömür yalanlarla kurulu, başka bir hayata hapsettiğimizi söylemek için bir yanım yola çıkarken diğer yanım olduğum yere çiviledi beni. Her gün kendimi yargılamaktan yorgun düştüm. Bu yüzden yazmaya karar verdim.

İkinci Dünya Savaşı yıllarında gettoların yeni kurulmaya başlandığı dönemdi. Savaşın kapkara gölgelerle, yıkıntılar içindeki şehrin üzerine çöreklendiği, korkunun gestapo kılığında sokaklarda insan avına çıktığı, karlı bir kış gecesi, sabaha karşı tank sesleri, askerlerin koşuşturmaları, insanların çığlıklarıyla uyandık. SS subayları emirler yağdırıyor, askerler önceden tespit etmiş oldukları evlerin kapılarına dipçikle vuruyor, açmazlarsa kapıları kırıyorlardı. Bir an önce kurtulmaları gereken süprüntü, değersiz eşya, çöp gibi çok sevdiğimiz, en güzel oyunları oynadığımız, birlikte büyüdüğümüz arkadaşlarımız, en özel günlerimizi paylaştığımız komşularımız, kadın, çocuk, yaşlı demeden yaka paça sokağa, karın altına fırlatılıyordu.

Bütün bunlar olurken biz, koca hayatımızı alelacele küçük bir bavula tıkıştırıp sizler gibi zorla götürülmeyelim diye evimizin kapıya en uzak köşelerine sinmiş, hiçbir şey yapmadan olanları seyretmenin utancını gizlemek için gecenin karanlığına saklanmış, nefes almadan bekliyorduk. Kapımızda askerlerin dipçik seslerinden farklı bir ses duyduk. Zayıf ama ısrarlı bir biçimde vuruluyordu. Babam çalıştığı fabrikada gece nöbetindeydi. Annem biraz tereddüt ettikten sonra elleri titreyerek kapıyı açtı. Aklını kaçırmış gibi, telaş içindeydi annen. Merdivenleri kontrol ederek, seni koruma güdüsünün yarattığı cüretle eşikten içeriye bir adım attı. Ortak anıların yarattığı güvene dayanmış, bir annenin yüreğindeki sonsuz sevgiye, tüm çocukları koruyan, gözeten şefkatine sığınmıştı. Seni annemin kucağını bıraktı. Gürültüler yaklaşmaktaydı. Aynı anda birbirlerinin gözlerine baktılar, sadece iki annenin anlayabileceği, duyguların yarattığı bir dille, tek kelime konuşmadan anlaştılar. Hızla geriye döndü annen, kapıyı kendine doğru çekti, kapattı. Hemen ardından belli belirsiz karşı kapımızın kapandığını duyduk.

Çok geçmedi askerler bizim kattaydı, kapınız vurulmadan açıldı. Hazırdılar, onları bir an önce senden uzaklaştırmak için annenle baban hiç itiraz etmeden evinizden ayrıldı.

Annem sana sarılmış, sessizce ağlıyordu. Biz şaşkın, korkmuş olduğumuz yerde kıpırdamadan duruyorduk. Seni sıkı sıkı tembihlemişlerdi, ne evine gitmek istiyor, ne de ağlıyordun. Sessiz, iri açılmış gözlerle boşluğa, karanlığa bakıyor, iki elinle küçük bir çıkını sımsıkı tutuyordun. Babam işten dönünce kıyamet koptu. Nazilerin Yahudilere yardım edenleri de toplama kamplarına gönderip öldürdüklerini, seni evde saklamanın çok tehlikeli olduğunu, bir an önce Nazilere teslim etmek ya da sokağa bırakmaktan başka çaresi olmadığını söyledi. Annem ve büyükannem karşı çıktılar. Konuşulanlar seninle ilgili değilmiş gibi, oturduğun köşede, bir ayağını diğer ayağın arkasına saklamış, büzülmüş, gözlerin avuçlarında, tuttuğun saç tokanın ucunu büküyordun. Annenin bıraktığı mendile sarılı mücevherleri, altınları görünce babam biraz sakinleşti. Evden taşınıncaya kadar, o sokakta, o binada hiç var olmamışsın gibi benim odamdan dışarı çıkmadan yaşadın. Bize birileri geldiğinde, çocuk olduğun için güvenemiyor, ses çıkarırsın korkusuyla ağzını bağlayıp yatak odasındaki sandığa seni kilitliyorduk. Bunların ne kadarını anımsıyorsun, yoksa anılarının hepsi mi silindi bilemiyorum. Annenin bıraktığı altınlar mücevherler bitmiş, sana bakmak babama külfet haline gelmişti. Yakalanmaktan, birilerinin şikâyet edeceğinden hâlâ çok korkuyordu. Bazı geceler uyumaz, kapıyı dinler, sabahlara kadar pencerede otururdu.

Bir gün kim olduklarını bilmediğimiz birileri geldi, seni ve aileni sordu. Aile yakınların da olabilirdi, Yahudi avına çıkmış kişiler de. Babam çok endişelendi. Bu olaydan sonra rahibe olman için seni kiliseye bırakmaya karar verdi. Büyükannem itiraz etti. Dininin farklı olduğunu, inancına saygı duymamız gerektiğini söyledi. Babam,

“Korumam gereken bir ailem var. Böyle devam edemeyiz hepinizi tehlikeye atıyorum. Daha güvenli bir yer düşünemiyorum, onu orada aramak kimsenin aklına gelmez” dedi.

Başka bir şehre taşınırken, yolumuz üzerindeki kasaba kilisesine uğradık. Bombalanmış bir evin yıkıntıları arasında seni bulduğumuzu, annenin ve babanın ölmüş olduğunu söyledik ve seni, benim adımla tanıtarak bıraktık. Sanki soykırımdan kaçan bizdik, arkamızda hiçbir iz bırakmadık. Çok iyi anımsayamıyorum benden üç ya da dört yaş küçük olmalısın. Ailen geri döndü mü? Hiçbir haber alamadık. Savaş bittikten, üzerinden yıllar geçtikten sonra bile babam seni ziyaret etmemize izin vermedi. Sana, ailene, soydaşlarına yapılanlara tanık olmanın ağırlığı mıydı bizleri seni görmekten alıkoyan? Yoksa içimizde taşıdığımız utanç mıydı bunun sebebi? Bilemiyorum.

Bu mektubu okuyorsan seninle ilgili gerçeği bilen hiç kimse artık hayatta değil demektir. Sırasıyla büyükannemi, annemi, babamı kaybettim. Baş rahibeden bu mektubu ben öldükten sonra sana vermesini rica etmiştim. Maalesef babam senden ve ailenden konuşmayı yasakladığı için anneni, babanı anımsamıyorum, kim olduklarını, hatta senin ismini dahi bilmiyorum. Seninle ve geçmişinle ilgili sadece zarfın içine koyduğum, babamın seni sokağa bırakacağını söylediği gün avucunda oynadığın tel tokayı sana verebiliyorum.

Yaşananları engelleyebilecek kadar güçlü, gerçeği gözlerine bakarak konuşacak kadar cesur, seni yalnız bırakmayacak kadar yürekli olabilmeyi çok isterdim. Umarım beni, bizleri affedersin.

Bertha Gretchen