Ermeni Av Hikâyeleri kitabında, insanın doğayla, doğada yaşayan tüm hayvanlarla, hayvanların doğayla, insanla ve insanın insanla kurduğu ilişkidir anlatılan. Uyum içindedir tüm canlılar. Pastoral anlatının hakim olduğu Ermenistan Dağlarında, Kuşlar, Dağda Geçen Çocukluğum ve Kampta Gece Ateşi adlı dört ayrı bölüm altında toplanmış otuz öykü yer alır.

Ermenistan’ın dağlarında yaşayan Vartan ile Vartanuş’un destansı aşklarının anlatıldığı “Büyükbaba Vartan” öyküsüyle başlar Ermeni Av Hikâyeleri. Aşklar, mertlik, erkeklik doğayla, vahşi hayvanlarla sınanır ta ki tüfek ortaya çıkıncaya kadar.  Köroğlu destanında vurgulandığı gibi tüfek ortaya çıkar ve mertlik bozulur. Vartanuş’unu kaybeden, insanların zulmünden kaçan Vartan dağlara sığınır.

Kitaptaki öykülerin neredeyse tümünün başkahramanı doğadır, özellikle ormanlardaki, dağlardaki yaban hayattır. O kadar çok yabanıl hayvan vardır ki ormana sığamaz olurlar, bu nedenle Ananyan’ın öykülerinde anlatılan avcılık bir zorunluluktur. Avcılık bilek işidir ama mertliğin bile yetmediği Tacettin Dağı kadar büyük, Lori Vadisi kadar derin bir yürek, vicdan, sabır ve bilgelik gerektirir.

Ananyan’ın çoğunlukla ben dilini kullanarak yazdığı anı, masal tadındaki öykülerini okurken Ararat Dağı, Sevan Gölü çevresi ve Aras Nehri kıyılarını tanır, ayıların, geyiklerin, yaban keçilerinin, göllerde, sazlıklarda yaşayan kuşların yabanıl hayatlarını, düşmanlarını, kendilerini savunma mekanizmalarını, beslenmelerini belgesel niteliğinde en ince ayrıntısına kadar öğreniriz. Doğayla benzersiz bir ilişki kurar, tüm bu hayvanlarla dost oluruz tıpkı “Beyaz Klavuz Teke” öyküsündeki av Beyaz Teke’nin av olmaktan çıkıp avcısıyla yıllar sürecek dost Beyaz Teke’ye dönüşmesi gibi.

“Kustup Dağı’nın Ayıları” öyküsündeki Vodçi Irmağı’na düşen, bir kıyıdan diğerine sürüklenen ayıyı,  kanalın kenarından pençesini uzatarak kıyıya çekmeye çalışıp başaramayınca suya atlayan, bir pençesini boğulmak üzere olan ayının boynuna sarıp diğeriyle su bendinin ızgarasına tutunarak kurtarmaya çalışan ayının çabasından etkilenmemek mümkün değildir.

“Turnalar” öyküsündeki, nöbet tutarken uyumamak için yerden iri bir taşı pençesiyle kavrayıp göğsüne doğru yukarı çeken, uyku gözlerine çöktüğünde yere düşen taşın sesiyle uyanıp yeniden pençesiyle taşı alıp nöbete, sürüsünü korumaya devam eden gözcü turnaya, zekâsına hayran kalırız.  Öyküleri okudukça, hayvanları tanıdıkça koptuğumuz, uzaklaştığımız doğayla büyülü bir biçimde bütünleşiriz.

Vakhtang Ananyan öykülerin satır aralarında çocukluk ve gençlik yıllarını geçirdiği Sovyetler Birliği dönemindeki yaşantıya, dönüşüme de yer verir. “Çöl Değişiyor” öyküsündeki “Eski ıssız çöl artık tanınmayacak haldeydi. Çölün iki yanında modern yerleşim yerleri kurulmuş, etraf üzüm bağları ve şeftali bahçeleriyle kaplanmıştı. Üzeri sanki yeşil bir halıyla örtülmüş olan çölün şimdi bambaşka bir görünümü vardı.” Cümleleri ya da “Mugan’ın Sülünleri” öyküsündeki “Kısa bir süre önce buraları tamamen bataklıkken, şimdi etraf verimli pamuk tarlalarıyla kaplanmıştı. Kolhoz bataklığı kurutarak, pamuk yetiştirmeye başlamıştı” cümleleri bu anlamda örnek cümlelerdir.

İnsanlığın başlangıcından bu yana süregelen, binlerce kişiyi peşinden sürükleyen ve dağ bayır demeden gezmesini sağlayan zamanla tutkuya dönüşen avcılığın, avcı şakalarıyla hafifletilmeye çalışılsa da eskiden beri değişmeyen çok temel bir kanunu vardır, o da her avcının her avdan sonra kendini biraz günahkâr, biraz suçlu hissetmesidir.  “Kış Kıtlığı” öyküsünde sıcak ocağın başında anlatılan avcılık hikâyelerinin bu cümlelerle bitmesi bir nevi itiraf niteliği taşır. Avcı kurşunuyla yavrularını kaybeden anne ayının feryatları kulağımızda, ölü yavrularının arkasından gücü tükenip ölünceye kadar çırpınıp çığlık atan anne kazın acısı yüreğimizde kalır. Neredeyse kuş, balık, ayı her türdeki annelerin fedakârlıkları pek çok öykünün ortak izleğidir. “Bizim Teşambar” öyküsünde, sadece kendi yavrularına değil, koyunların kuzularına, ineklerin danalarına da göz kulak olan anne köpek Teşambar gibi, doğadaki tüm hayvanlar anne olduktan sonra daha şefkatli canlılara dönüşür.

Dağda Geçen Çocukluğum bölümünde doğanın sert, keskin yüzüne tanık oluruz. Bereketli ormanlar ve hayvanların otladığı çayırlar, kalın kar örtüsüyle kaplanır, kıtlık kapıdadır. Ama insanlar doğadan daha sert daha acımasızdır. Taşnaklar* dağ köylerini yağmalar, samanlarını, yok eder, kardeş kavgasında yaralanan, ölenler olur. Hayvanlarını besleyecek saman kalmayınca sürülerini ağaç filizleriyle beslemeye başlar köylüler, çaresizlik içinde ormanı talan eder, tüm sürgünleri keserek yok ederler. Orman adeta bir mezarlığa dönüşür. Ananyan’ın öykülerinde doğaya zarar vermek için uzanan her el zorunluluktan uzanır. Doğaya karşı sevgi, saygı, imrenme söz konusudur. Yazarın bu görüşünü “Tüylü Muş” öyküsündeki “Bizim için hayvanlar insanlar kadar değerlidir. Bir köpeğin ya da bir ineğin ölmesi, bize bir insanın ölmesi kadar acı verir” cümlesi çok iyi anlatır. Doğanın hassas dengesinde iyilik de, kötülük de mutlaka karşılığını bulur. Bazen av avcıya, bazen de avcı ava dönüşür.

Akıcı dili, yalın anlatımıyla okurların gönüllerine taht kuran Vakhtang Ananyan’ın Ermeni Av Hikâyeleri, Sovyet Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştür.

 

 

Vakhtang Ananyan, Ermeni Av Hikâyeleri, Çeviren: Özgür Kırteke, Totem Yayınevi, Birinci Baskı, 2011

* Taşnak: Ermeni devrimci federasyonu, radikal ve milliyetçi Ermeni siyasi örgütü 1890’da Ermenistan’ın bağımsızlığını sağlamak amacıyla kuruldu. Ermenicede federasyon anlamına gelir.