KİŞİSEL OLDUĞU KADAR TOPLUMSAL DA KURDUĞUMUZ SOFRALAR

Aslen yemek yazarı olan Anya von Bremzen’i, annemin de yemek yazarı olması hasebiyle şahsen tanırım. Aynı konuya gönül vermiş iki insan olarak yıllar önce tanışmalarından sonra dostluğa uzanan bu arkadaşlık sayesinde Anya’yla aynı sofralarda oturma ve güzel sohbetler etme şansım oldu. Rus kökenli olduğunu bilmeme rağmen, her zaman canlı, neşeli gördüğüm Anya’nın hiç geçmişini sorgulama ihtiyacı hissetmemiştim açıkçası. Annemden Anya’nın yeni kitabı çıktığını duyduğumda da çok ilgilenmedim. Ne de olsa bir yemek kitabıydı ve yemek işleri bizim evde annemin uzmanlık alanıydı.

Her zaman yaptığım gibi, Kadıköy’e inişimde Yapı Kredi Yayınları’na uğradığımda, ortadaki masanın üzerindeydi kitap. Genellikle ciltli ve kuşe kâğıda basılmış, bol resimli olan yemek kitaplarının aksine, ince kapaklı ve normal kitap boyutunda bir kitap olması dikkatimi çekti. Hem Anya’nın kitabı olması hem de bu detaydan meraklanıp kitabı elime alıp içini şöyle bir karıştırdığımda bu kitabın bir yemek kitabının ötesinde bir kitap olduğunu anladım. Ayrıca Anya’nın kitabı okumamak olmazdı, ayıp olurdu. Tam neyle karşılaşacağımı bilemeden aldım kitabı.

Kitabın daha önsözünde geçen “Sovyet yemeklerine dair bir öykü, özlemle ve karşılıksız bir arzuyla dolu bir tarihçe oluyor kaçınılmaz olarak. En yoğun mutfak anılarınız aslında hiç tatmadığınız yiyeceklerden oluşuyorsa ne olur peki? Hayalde canlandırılmış, dinlenmiş öykülerden alınmış anılar; yetmiş yıllık jeopolitik bir tecridin ve kıtlığın ürünü olan hararetli bir kolektif hasret” paragrafı kitabın özünü ve ruhunu anlatıyor tam da.

Önsözü okuduktan sonra kitaba iştahım daha bir arttı ve okumaya başladım. Kitap, Anya ve annesinin günümüzde, Queens/NY’daki evlerinde 1910 yıllarından yani Çarlık Rusya’sının son günlerine, görkemli, klasik Rus mutfağına veda anlamı taşıyan bir yemek vermesiyle başlıyor. Katman katman yapılan balıklı bir Rus turtası olan kulebyaka, o dönemin olmazsa olmazı olduğu gibi, dönemin şatafatını da temsil eder. 1930’lara gelindiğindeyse kıtlığa rağmen Stalin’in talimatıyla Soveytskoya Şampanskoye “iyi bir yaşamın… önemli bir simgesi” olarak neredeyse musluklardan bile akacaktır.

1940’larda yani savaş yıllarında hayatta kalmak tek kelimeye indirgenir: Kartoçki yani bizim bildiğimiz adıyla Karne. Böyle bolluk ve şatafat içeren bir dönemden nasıl yeşilimsi yapışkan bir sıvının sızdığı rutubetli ekmek kuyruklarının olduğu bir yoksulluk, yoksunluk ve kıtlığa doğru gidildiğini 1920’ler, 1930’lar, 1940’lar gibi onar senelik dilimlere bölerek, anneannesi ve dedesinden başlayarak, annesinin ve kendi hayatı üzerinden anlatıyor.

1985 yılında Moskova’ya gittiğimde bizi ağırlayan ev sahiplerinin tatlı olarak ikram ettikleri muz ve vanilyalı dondurma için kaç saat kuyrukta beklediklerini anlatmalarını hâlâ anımsıyorum. 1974’te Amerika’ya göç etmiş olmalarına rağmen bugün bile hâlâ Anya’nın annesinin en resmi sofralarda bile tabağındakini herkesten önce silip süpürmesi Anya’yı utandırdığı kadar yoksunluk dönemlerinde atılmış korku tohumunun yıllar geçmesine ve bolluğa ulaşılmasına rağmen çürüyüp yok olmadığının göstergesi. Aynı duyguyu İkinci Dünya Savaşı’nı çocukluk yıllarında yaşamış, rahmetli babamda da görürdüm. Bir şeyi yemek istemediğim zaman bana kızar, tabağımdaki yemeğin ne büyük nimet olduğunu anlatır ve savaş yıllarında yaşadıkları kıtlığı, açlığı anlatmaya başlardı. Hele havyar, balık yumurtası gibi lüks sayılan bir yiyeceği sevmediğimi söyleyince babam inanamazdı. O yıllar sonra bunlara ulaşabildiği için mutluydu. Babam Almandı.

1991 yılında, dağılmış SSCB cumhuriyetlerinde dolaşarak yazdığı, Rus cumhuriyetlerinin yemeklerini kapsayan ilk kitabıyla yemek ödülünün Oskar’ı sayılan James Beard Ödülü’nü alan (1998’de de ikincisini alıyor) Anya’nın yemek konusunda bilgisi tartışılmaz ancak bu kitap bir yemek kitabı asla değil. Sıkı bir tarih araştırmasıyla beslediği kitap, o dönemlerde yaşamış Rus halkının duygu ve düşüncelerinin ön plana çıktığı bir anı kitabı.

Mutfaklarında, sofralarında neler olup neler olmadığı üzerinde Sovyetler Birliği’nden Rusya’ya dönüşümü, kayıtlarda olmayan insani tarihi yer yer ironik sıcak bir dille anlattığı bir kitap. Duyguları karıştırmadan, didaktik bir dille yazdığı yemek kitaplarının aksine bu kitapta duyguyu yansıtmak için kullandığı dil neredeyse edebi. Son görüşmemizde, bundan sonra bu tür kitaplar yazmak istediğini söylediğini düşünürsek yeni bir edebiyatçı mı doğuyor? Amerika’nın en prestijli sanat okullarından Juillard’da piyano eğitimi aldığını da göz önüne alırsak sanata hiç de uzak biri değil Anya.

Halkın, ülke idaresinin devamlı değişen stratejilerine nasıl uyum sağladıkları, yoksunluklarla, yasaklarla nasıl başa çıktıklarını, içlerinde büyüyen hasletleri okumak son derece iç burkucu. Ancak bunun ötesinde, yaşanmış olan birçok şeyin ülkemizde yaşananlarla benzerliği insana ayrı bir hüzün veriyor. Tarih tekerrürden ibarettir lafını destekleyen, tarihten bir ders alınmadığını ispatlayan bir kitap. Daha da ötesi, tarih içinden geçenlerin durmadan yazıp, kayda geçen resmi tarihin dışında, gayriresmi insani tarihin de kaydının tutulması gerekliliğini bir daha hatırlatan bir kitap.

Anya von Bremzen: Sovyet Mutfak Sanatı  – Yemek ve Hasret Anıları
Çeviri: Özlem Yüksel
Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, Nisan 2015, 347 sayfa