Aynanın karşısında kravatını takarken aynadaki aksine gülümsüyordu Abdülkadir Bey. Kayyum olarak atanmış yeni Belediye Başkanı’nı karşılamaya gidecekti. Karısına lacivert takımını çıkarttırmış ve ütületmişti. Jilet gibi ütülü beyaz gömleğini giymiş, lacivert üstü sarı çizgili kravatını takacaktı. Başkan’ın Fenerbahçeli olduğunu duymuştu. İyi bir başlangıç olabilirdi. Kravatın uçlarını birbirinin üstüne getirerek, uzun olanı kısa olanın üzerinden atarken keyifli bir türkü bile tutturdu. İşler açılacaktı yine. Eski başkanı görevden aldıkları ne iyi olmuştu. Üzülür gibi yapmıştı ama içten içe pek sevinmişti. Zırnık koklatmamıştı ona pezevenk! Neymiş efendim, ihalesiz olmazmış, iş en düşük fiyatı verene gidermiş, yoksa adil olmazmış! Ba ba ba, bir adalettir tutturmuş gidiyordu eski başkan. Ne adildiki bu dünyada? Babasının Alamanyalara çalışmaya gidip bir Alman karısı bulup anasını ve kendilerini terk etmesi çok mu adildi? Babası biraz paralanınca abisini Almanya’ya yanına alıp okutup mühendis çıkarması, kendisini yok sayması, parasızlıktan okuyamamış olması çok mu adildi? Yoktu öyle adalet madalet! Kim daha akıllıysa, daha kurnazsa, kim kimi çarpabiliyorsa onun oluyordu dünya nimetleri. Gerisi palavra! Kravatının düğümünü sıkıştırırken “hadi oğlum göreyim seni” dedi yüksek sesle. Sinek kaydı tıraştan sonra süründüğü lavanta kolonyasının kokusu burnuna geldi. Boy aynasında kendini şöyle bir süzdü. Ha, mendili unutmuştu. Hemen sarı bir mendil alıp üst cebine yerleştirdi özenle. Şimdi olmuştu. O sümsük kılıklı abisinden çok daha havalı olmuştu. Bir de mühendismiş beyefendi! O koskoca müteahhit Abdülkadir Beydi.

Belediye binasına doğru yürürken bir yandan sağ – sola, esnafa, yanından geçenlere başıyla selam veriyor, bir yandan da ne kadar verirse yeni Başkan’a, onun iştahını kabartabileceğinin hesabını yapmaya çalışıyordu kafasında. Yeni Başkan, son görevinde, boy boy binalar dikmişti. Konutlar, spor salonları, parklar yaptırmıştı. Hatta Belediye’nin önüne yaptırttığı fıskiyeli havuz dillere destan olmuştu. Hayrına yapmamıştı ya bütün bunları? Kim hayrına iş yapıyordu bu devirde? Keyifle ellerini sıvazladı.

Evden çıkmadan karısına en lezzetli, en gösterişli yemeklerinden yapıp en âlâsından bir sofra kurmasını söylemişti. Başkan’ı yemeğe gelmeye ikna edebilirse, olmuştu bu iş. İçki içer miydi acaba? Yanlış taşa basmamalıydı. İçkileri içerde tutmalı. Havaya göre ikram ederdi veya etmezdi. Dışarıda başka, dört duvar arasında başka oluyordu bunlar. Eski başkan da adalet – madalet demişti ama gittikten sonra ortaya çıkmıştı yediği naneler. Çocukluk arkadaşı ama sonradan en büyük rakibi olan Muhittin kapmıştı işleri. İşin içinde Muhittin varsa, vardır o işte bir yamuk. Ciğerini bilirdi Muhittin’in. Hey koca Abdülkadir Bey, sen nasıl payını alamadın o lokmalardan? Kızıyordu kendi kendine. Almanya’da mühendislik okuyan iki oğlunun da masrafları çoktu. Neyse, neyse, yenisi gelmişti işte. Olmuşla ölmüşe çare yoktu. Biz önümüze bakalım diyerek belediye binasından içeri girdi.

Başkan’ın odasının önü kalabalıktı. Kasabanın önde gelenleri Başkan’a “hoş geldiniz” demek, paylarına düşeni kapmak için koşturmuşlardı. Abdülkadir Bey’in hoşuna gitmedi bu. Başkan’la yalnız görüşebilmeyi ummuştu. Çaresiz kalabalıkla birlikte beklemeye başladı. Muhittin de oradaydı. Eski Başkan’a ne kadar vermişti acaba? Başkan odasından çıkıp hepsinin elini teker teker sıktı. Herkesi toplantı odasına davet etti. Üç beş hoş geldiniz, hoş bulduk sohbetinden sonra Başkan sözü aldı. Elbirliğiyle kasabayı güzelleştirmeye, kasabaya hizmet getirmeye geldiğini, bakımsız okul, cami, asfalt döşenmemiş sokak bırakmayacağını, her mahalleye çocuk parkları, ek otobüs seferleri gibi vatandaşa refah getirecek projelere imza atacaklarını, hepsinin desteğiyle hızlı bir başlangıç yapmak istediğini söyledi. Kasaba esasen onlarındı, kendisi onların taleplerini yerine getirmek için gelmişti. Dolayısıyla kasabalılardan tam destek bekliyordu. Abdülkadir Bey’e biraz seçim konuşması gibi geldiyse de duyduklarından pek sevindi. Bu Başkan’dan çok ekmek çıkardı. Konut projesini de onaylattı mı, oh değme keyfine! Konuşma bitip dağılırlarken bir punduna getirip Başkan’ın yanına yaklaşıp çekinerek eşiyle birlikte akşam yemeğine evine davet etti Abdülkadir Bey. Hemen davet ederek acele mi davranmıştı? Neyse söz ağızdan çıkmıştı bir kere, yapacak bir şey yoktu. Nefesini tuttu. Başkan hiç naz etmeden, kibarlık gösterilerine baş vurmadan hemen kabul etti daveti. Abdülkadir Bey şaşkınlığını hemen toparlayarak önünü ilikleyip kendilerini şereflendirdiğini söyleyerek geri geri odadan çıkarken onları izleyen Muhittin’e de sırıtmayı ihmal etmedi.

Akşam tam saat sekizde kapı çaldı. Abdülkadir Bey ve eşi koşarak kapıyı açmaya giderken yüzlerine kocaman gülümsemelerini yapıştırdılar. Kapıda Başkan ve eşinin yanında Muhittin ve eşini de görünce Abdülkadir Bey dondu kaldı. Eşi bir şey anlamadı. Bozuntuya vermeden içeri davet ettiler herkesi. Başkan,

“Size sormadan ben davet ettim Muhittin Beyleri ama Muhittin Bey sizden o kadar sitayişle bahsetti ki, hatta kasabanın ortasına yaptıracağımız büyük havuzun maliyetini sizin karşılamaktan mutluluk duyacağınızı söyledi. Bu meseleyi de hemen bu akşam yemekte konuşup bitirerek hızlı bir giriş yapmak istedim. Malum kasabamız için havuz meselesi önemli. Görkemli bir havuz kasabanın prestijini arttırır, siz de takdir edersiniz. Sağ olsun Muhittin Bey de havuzu en kısa sürede bitireceğine söz verdi. Kendisini davetimin sizin için bir mahsuru olmadığını umuyorum Abdülkadir Bey. Havuzun yakınına da büyük bir çeşme de yaparsanız, çeşmeye de sizin adınızı veririz tabii ki, şükranlarımızın göstergesi olarak…”

diye Muhittin’in oradaki varlığını açıklarken, Muhittin anlatılanları kıpkırmızı bir yüzle ağzı açık dinleyen Abdülkadir Bey’e sırıtıyordu.