Üzeri belgeler ve notlarla dolu dağınık bir masa… Masanın başında bir adam, notlarının içine dalmış… Uğraşıyor. Masanın üstü kadar dağınık saçları, kâğıtlar kadar beyaz. Işık arkasından geldiği için yüzü tam göremiyoruz. Arkasında büyük bir pencere, incecik çıtalarla küçük karelere bölünmüş. Adamın arkasına denk gelen kanadın açma-kapama kulpu yatay durumda. Bahçede, çınar ağacına sımsıkı sarılmış asmanın iri siyah salkımları, sararmış ve turunçlaşmış yaprakların arasından gülümsüyor. Çınarın dalları pencereye yaklaşıp uzaklaşıyor; dışarıda rüzgâr var! Okuduğu sayfadaki metne bakıyoruz:

“… Annemin kaygılı yüz ifadesini anımsıyorum: “Doğurduğum sekiz çocuktan bir tek seni doğurduğumda yalnızdım. Baban askerdeydi. Dört çocukla tek başımaydım.” Ah garip anam benim! İkinci dünya savaşı yıllarında babam, Trakya’da bir yerde askerdeymiş. Ülke, her an saldırdı saldıracak Alman ordularına karşı teyakkuzda… Fakir ülkenin yoksul halkı, sınırlardaki askerine yiyecek, giyecek, elinde avucunda nesi varsa vermiş… Yoksulluk diz boyunda. En büyüğümüz dokuz on yaşında, bir de ben doğmuşum, nasıl besleyecek onları bu garip kadın?…”

Başak bir nota uzanıyor sol eli, sağ elinde kalem, ara sıra not alıyor. Her an tetikteki öfkesi gibi gözlüğü de burnunun ucunda.

“… İkinci dünya savaşında, Almanların büyük toplarının Sivastopol istihkâmlarını dövdüğü, seslerinin, Karadeniz’in beri yakasındaki ıssız bir kasabada duyulduğu felaket günlerinde dünyaya doğmak kolay mı? Doğunca ağlarken ben, “sağlam” diye sevinip gülüşmüşler diğerleri ve ebem… Bunun vahşi ve merhametsiz bir dünyaya gösterilen ilk tepkim olduğunu nereden bileceklerdi? Gözünü sevdiğimin leyleği… Köyde bir garibin kapısına bırakacağına, kasabadaki hâkimin, doktorun ya da öğretmenin kapısına bıraksaydın ya bebeği?!..”

Gülümsüyor. Sonra bir başka nota göz atıyor.

“… Çocukluk… Ne güzel bir dönem! Henüz kaderimin kovaladığı bir av olduğumu bilmiyordum. Yaşlanmak ve ölüm hesapta yoktu… Her ikisi de yıldızlar kadar uzak, masallar kadar gerçekdışıydılar. Çok sonraları, asıl sorunun ölüm değil, ölümle sonlanan bu kısacık ömrün, bu kadar çileli ve kahırlı bir yaşamla heba edilmeye yazgılı kılınmasıydı. İnsanın her biri, diğerinin gözünü oyuyor. Utanmalısın Tanrım… Böylesine kusurlu insanları nasıl yaratabildin? Hem beni istediğin gibi yaratacaksın, hem de yaptıklarım yüzünden beni yargılayacaksın… Adaletin ve zavallı yarattığına reva gördüğün kader bu mu? ”

Sıradan başka bir belge çekiyor önüne, okuyor.

“…Tek ve külüstür bir kamyonla kasabaya gidiyorum. Kasabada parasız yatılı ortaöğretim sınavlarına gireceğim. Gördüğü her yolcu için duran kamyon, hırlayarak ilerliyor. Kan ter içinde vardığım okulun kapısında hüsrana uğruyorum. Gecikmişim… Sınava almıyorlar. Ağlıyorum. Liseli bir abla kucaklıyor beni, ”Üzülme!” diyor. Daha çok ağlıyorum. Koşarak oradan uzaklaşıyorum. İçimde kırgın bir ses, ”Her şey bitti artık” diye inliyor…”

Arkasına yaslanıyor adam. Parmaklarını dağınık saçlarına daldırıp saç diplerini ovalıyor. Sonra, ellerini  kavuşturup parmaklarını kenetliyor ensesinde. Başının her iki tarafında, dirseklerinden bükülü kolları, açılmış kısacık kanatları andırıyor. Bahçedeki asmalı çınarın, ikide bir pencereye yaklaşıp içerisini gözetleyen dalına serçeler konuyor.

Sıkıntıyla çay bardağına uzatıyor elini, buz gibi olmuş! Masadan ayrılıyor, sıcak bir çay almaya gidiyor. Kapı açık kalıyor. Tekrar kapıda görününce, yüzü allak bullak oluyor. Pencerenin kanadı açık… Notlar ortalığa saçılmış… Rüzgâr içeride dört dolanıyor! Nefesi daralıyor. Gidiyor, açık pencereyi kapatıp homurdanarak yerine oturuyor. Her bir yudum çayla öfkesini de yutuyor. Yuttukça karnı şişiyor. Geğiriyor…

Notlarını toplarken, aralarında tuhaf, hatta kendisine yabancı gelen sayfalara rastlıyor. Bu yabancı sayfalar, içerik ve dil bakımından tanıdık geliyor. Sanki bir başka boyuttaki, başka bir kendisi yazmış gibi. Ayrı bir yere koyuyor onları. Rüzgârın içeriye sürüklediğini düşünüyor… Ama nereden? Dışarıya bakıyor dikkatle. Ağaca dolanmış asmanın tevekleri arasına sıkışmış bir kâğıt görüyor. Heyecanla bahçeye koşuyor, ağaca tırmanıyor. Cesareti kırılır gibi oluyor bir ara… Durduğu yerde kalıyor. Sonra devam ediyor, kâğıda erişebileceği bir noktada, ağaca sımsıkı sarılıp nefesleniyor. Elini uzatıp tam kâğıdı alacağı sırada rüzgâr hırslanıyor… Kâğıdı sıkıştığı yerden söküp atacak! Yılmıyor adam, hızla çekip alıyor. Bakınca, bunun tahmin ettiği gibi yabancı notlardan biri olduğunu görüyor. Muamma, merak, şaşkınlık, bir de yükseklik korkusuyla dizleri titreyince panikliyor. Tırmandığı yerden aşağıya bakınca, başı dönüyor, gözleri kararıyor. Gövdesinin, kısa bir an için boşlukta uçtuğunu görüyoruz. Sonra ne yerde, ne de bahçede göremiyoruz. Kayboluyor… Yok oluyor sanki! Göremediğimiz bir şeyi de anlatamayız herhalde… Olan biteni O, kendisi anlatsın istiyoruz…

“…Gözlerim kararınca boşluğa uçtum. Hızla yere çakılacağımı sanıyordum ama olmadı. Boşluktaydım ve ağırlığım yoktu. Gözlerimi açtığımda, her iki yanımda getir-götür işleri yapan melaikelerden birer zebani, koltuk altımdan yakalamışlar, beyaz bulutların üzerinde yükselen bir saraya doğru uçuyorduk. Yüksek, altından kuleleriyle kristalden yapılmış saray, mavi gökyüzünün altında, arkasındaki kocaman bir güneşin ışıklarıyla parlıyordu. Sarayın içinde büyük bir salona varınca, beyazlar içinde ak saçlı, ak sakallı bir adama benzeyen Tanrı’nın karşısındaydım. Pek süslü altın bir tahtta oturuyordu. Sağında solunda ve arkasında olmak üzere dört melaikesiyle birlikteydi. Yarısına kadar siklamen renginde Kevser şarabıyla dolu kristal kadehi tutan elinin işaret parmağındaki şövalye yüzüğünde, kocaman bir elmas parlıyordu. Safahat düşkünü doğulu sultanlara benziyordu. Elinde, benim notlarımdan bir desteyi sallayarak sordu:

– Bunları sen mi yazdın?

– Evet.

– Oku.

Not destesini bana doğru fırlattı. Sayfalar, havada takla atmaya başladılar. Etrafa saçılacaklar diye ödüm koptu. Sayfalar, büyük bir yay çizerken havada, zarafetle üst üste dizilerek deste halinde elime ulaştılar. Ona hayranlıkla baktım; bu işte elbette Tanrısal bir maharet vardı. Destenin en üstünde, ağaçtan aldığım sayfayı görünce birden tepem attı:

– Bunu alırken düşüp gebereyim diye ağaca sen mi koydun?

Kadehi dudaklarına yaklaştırdığı esnada beklemediği öfkeli haykırışım karşısında sarsıldı. Kadehteki şarap, gür ve dalgalı beyaz sakallarına döküldü. Melaikeler, ”Efendimiz!” diye telaşla miyavladılar. Kanatlarının ucuyla şarabı silmeye çalıştılar. Kevser şarabı, damlalar halinde boşlukta uçuşmaya başladı. Melaikelerine eliyle “Çeklin!” buyruğundan sonra, benimkine denk bir öfkeyle bağırdı:

– Bre zındık… Sana oku dedim… Oku!

– Ama bunu ben yazmadım ki…

– Ebette sen yazdın… Sen insan değil misin?

– Öyleyim.

– Eee…?

Okumaya başladım:

“… Ağlamak, bebekte oluşan ilk korkuya verilen bir tepkidir. Bebeğin, hemen annenin şefkatli kollarına verilmesi, onun sakinleşmesi içindir. Bebeğin beynine işlenen ilk mesaj: “Korkma… Seni yaratan annen hep yanında olacak!” (Buradan, doğurmak yerine “yaratmak” fiilini kullanan Gürcü diline selam olsun.) Böylece, tehlike ve çaresizlik anında bir Yaradan’a sığınmanın kodu, bebeğin beynine kazınmıştır. Bundan böyle onun hep koruyup kollayan bir Yaradan’a ihtiyacı olacaktır. Gün gelecek insanoğlu zalim ve merhametli, kötü ve iyi, yalancı ve dürüst, korkak ve cesur, çirkin ve güzel, aptal ve akıllı, her şeyi bilen, gören ve yapan bir Tanrı yaratacaktır… Ey insanoğlu sen her şey ve aynı zamanda hiçbir şeysin…”

Beni dikkatle izlerken gürledi. Şimşeklerini göremedim.

– Cahil ve cüretkârsın… Arada düzgün şeyler de yazmışsın tabii. Sizi ben yaratmışım… Öyle mi?!

Bunu söylerken sesinin tonu öfkeliden hüzünlüye, kendisi de tanrısal görkemden insansı bir surete dönüşmeye başladı. Görüş alanımdan önce melaikeleri, sonra kristal sarayı ve altın tahtı silindi. Dikkat ettim, giderek bana benzemeye başlıyordu. Sonunda, parlak güneşin, uçsuz bucaksız mavi gökyüzü ve beyaz bulutların üzerinde ben ve suretim yapayalnız, karşılıklı birbirimizi izliyorduk. Sonra ben geri döndüm; daha yapacak çok işim vardı. Süzülerek bahçemize indim. Avatarım orada yalnız kaldı.