Gergindi. Sandalyenin arkalığındaki siyah deri montunu aldı. Eski bilgisayarlar, monitörler, şarj kabloları, işlemciler, ana kartlar, fanlar, dokunmatik fareler, bilgisayar ekranları, klavyeler duruyordu raflarda. İlk bakışta karmakarışık bir yığın izlenimi veriyordu bütün bunlar. Radyatörün yanında durdu. Solgun ışık, yüzünü olduğundan uzun gösteriyordu. Montuna kolunu zangoç Quasimodo duruşuyla geçirdiği sırada ayaklanın dibinde bir çıtırtı oldu. Duyulur duyulmaz bir çıtırtıydı. Duymadı.

“Çıkıyorum” dedi hızla kapıdan çıkarken.

Yarı aydınlık atölyenin gittikçe kararan uzak, arka köşesinde büyükçe masanın kıyısına bir akrobat lamba tutturulmuştu. Lamba, masanın bir bölümünü, üstündeki bir tornavidayı (yıldız uçlu), beş minik civatayı, sökülmüş bir dizüstü bilgisayarla bir çift eli aydınlatıyordu. Kemikli, uzun parmaklıydı eller. Bütün bunlar, masada açık ikinci bilgisayar üçüncü kat koridorunun sonundaki atölyedeydi.

Atölyeye dışarından bakıldığında, pencerelerinin üstü uzun, sivri kemerli gösterişli bir taş yapı olan eski iş hanı sahiplik ediyordu. Üstündeki yatay taşa, yapıldığı yılı gösteren uzak bir geçmişin tarihi (MCMXII) yazılmış, başlıkları süslemeli iki yuvarlak sütun arasındaki kapıdan giriliyordu. Vitrinlerden dökülen ışıltı yerini loş, silik sessizliğe bırakmamıştı o zamanlar. Daha yakın bir zamana kadar ortadaki merdivenlerin çevresindeki koridorlar, koridorların iki yanına sıralanmış dükkânlar heyecanlı bir kalabalıkla doluyordu. Belleğine yirmi beş telefon numarası kaydedilebilen veri bankaları, adlarının söylenişi Japon malı olduğunu düşündüren fotoğraf makineleri, seramik vazolar, şarj edilebilir piller, hesap makineleri, dükkânların dışına, iş hanının koridorlarına taşıyordu. Bunlar gibi dönemin yüksek teknoloji ürünü başka nesnelerini yurtdışındaki tanıdıklarından duyanlar alışveriş yapmak için geliyordu. Hanın yüksek tavanlı, taş koridorları mutlu ya da alışverişten sonra mutlu olacağına inananların coşkulu sesleriyle uğulduyordu. Oysa şimdi koridorlar gibi dükkânların çoğu boş. İş hanının üst katlarına çıktıkça merdiven boşlukları kararıyor. O merdivenler, koridorlar hayalet dükkânların kirli camlarından sızan titrek, sarı ışıklarla aydınlanıyor.

Yeterince aydınlanmıyordu masa. Masadaki ellerden biri akrobat lambaya uzandı. Eğdi. Masaya yaklaştırdı. Rastgele erişimli bellek kartını aldı. Ana kart üstündeki yarığa bir ucundan -on beş derecelik eğimle- bastırdı. Sakin bir “çıtırt” eşliğinde kart yuvaya oturdu. Ellerin sahibi derin bir nefes aldı. Çalışırken kamburlaşan, bu yüzden ağrıyan sırtını dikleştirdi. Parmaklarıyla sakallarından başlayarak dağınık kıvırcık saçlarını yukarı taradı. Dirseğini masaya dayadı. Az önce aldığı derin nefesi verdi. Nefesinin rüzgârıyla masadan düştü minik, siyah civata. Art arda üç “çıt, çıt, çıt” ve ayrı bir “çıt” eşliğinde. Karo zemine çöktü. Kalın mercekli gözlüğünü düzeltti. Bakındı. Masanın ayağının dibinde buldu civatayı. Kalkarken döküm radyatörün altında siyah bir leke ilişti gözüne. Uzandı. Üstünde 8 GB yazan bellek kartı baş ve işaret parmağı arasından ona bakıyordu. Minik, siyah civatayla birlikte masaya koydu. Önündeki açık bilgisayara döndü. Parmakları bellek kartına bilinçsizce uzandı. Bir an duraksadı. Müşterilerden birinindi. Ama kimin, diye geçirdi içinden. Anlamak için kartı yeniden aldı. Masanın sağındaki açık dizüstüne taktı. Uykudaki ekran aydınlandı. Bellek kartının sürücüsüne tıkladı. Açılan sayfada dört dosya vardı. Dört ses dosyası. Bellek kartına ad verilmemişti. Ses dosyalarına da. Böyle şeylerle karşılaştığı oluyordu. Kimi belgelerden sahibi bulabiliyordu. Dosya adları, resimler yardımcı oluyordu buna. Resimlere bakmayı, videoları izlemeyi eğlenceli buluyordu. Bazen de sıkıcı. Ama böyle durumla karşılaşmamıştı. İmleci ilk dosyanın üstüne getirdi. Siyah ekranda çizgiler hareket etti. Kardiyografi çizgilerine benziyordu çizgiler.

“Onlar? Benim çizimlerim. Bakılmasını istemiyorum. Dur bir kahve yapayım. Biliyorum. Sade. Ben de. Hem kahveyi, hem hayatı. Şekeri bırakalı epey oldu. Spor? Yapamıyorum bu ara. Sen? Teşekkür ederim, ama değil. Çok az, aldım gibi. E, biliyorsun yaşımız yerinde saymıyor. Sağ ol. Çok naziksin. Köpüksüz mü oldu? Yo, yo köpüksüz. Aslında… Her zaman böyle kötü olmaz. Hah, hah, ha! Makine? Makineye güvenmiyorum. Ay ne bileyim işte. Her yerimiz makine. Değil mi? Samimi değil. Robot muyuz Allah aşkına? Bazen bir kahve yapıyorum. Kendime. Işıkları söndürüp… Denizi seyrediyorum. Şu pencereden. Uzun uzun. Dinlendiriyor. Terapi. Hayır, hayır. Şöyle, başını uzatınca… biraz geri, koltuğun üstünden değil canım. Sandalye daha yüksek. Ayağa kalk! Evet. El kadar mı görünüyor? Yalıda değiliz, değil mi? Hayal gücüne ne oldu?”

Müşterilerin hayal dünyasına hayrandı ellerin sahibi. Sorunu şıp diye “saptamalarına” gülümserdi. Sorun ağ kartında, demişti bilgisayarı getiren genç. Oysa ağ kartları uzunca zamandır ana kartla birlikte üretiliyordu. Ancak aygıt internete bağlanmıyordu.

“Özür diliyorum. Şu çizimler için canım. Geçen baktırmamıştım. Bir projem böyle… Neyse! Bugün trafik korkunçtu. Aradım, sanırım duymadın. Burası güzel. Güzel bir yer. Sakin. Sık gelir misin? Ben? Pek çıkmıyorum. Bu mu? Ofisten geliyorum işte. Çizimlerle ilgili hesaplamalarım bunda. Tablet mi, dizüstü mü dedim. İkilemdeydim. Sonunda bunu aldı kocam. Eskisi yani. Bu işlerden anlar. Anlardı. Tablet büyüklüğünde. Hep yanımda. Neyse, bırakalım bunları. Görüştüğümüzden bu yana nasılsın? Menü! Çok afiliymiş. Neden organik koymazlar anlamam. Ne bileyim organik işte! Sana da öyle gelmiyor mu? Sanki bizi… Bizi zehirlemeye çalışıyormuş gibi. Gizli bir el.”

Bilgisayarın kasasını kapamadan soldaki fana baktı. Bilgisayarın en kirli yeriydi havalandırma fanı. Ancak bu temizdi. Fan, kutusundaydı. Kutudaki plastik perçinler kesilmişti. Yine de çalışmıyordu. Akrobat lambayı biraz daha eğdi. Lamba basit bir soketi aydınlattı. Gevşemişti.

“Gerginsin, gevşe bira. Sağlığına! O yüzden çağırdım. Ben, diğerlerine benzemem. Korkmuyorum. Beğenir misin bilmem? Teşekkür ederim. Güzel yaptığımı söylüyorlar. Organik yaprakla… Evet zeytinyağlı. O mu? Kuş üzümü. O yüzden küçük. Hah, hah, ha! Benzemem derken mi, ha evet. Kolay korkmam, demek istedim. Kimden mi? Aman canım kimseden. Yalnızca hazırlıklıyım diyelim. Kimseye güvenmiyorum. Kimse! Seni de kapsıyor. Üzgünüm. Bu arada şarap harika. Hayır, başka şeylerden konuşalım. Peki. Israrcıyız. Elini ver. Sakın! Trabzana tutunma. Tatilden dönünce gördüm ben de. Eğil. Görebildin mi? Diplerinden yarıya kadar kesilmiş. Parmaklıklar…”

Parmağıyla soketi itti. Fan cızırtıyla çalışmaya başladı. Soketi yeniden çekti. Fanı kutusundan çıkardı. Fan göbeğini tinerli bezle temizledi. Yağ damlattı. Yeniden taktığında çalışıyordu. Artık Sessizdi.

“Trabzanları anımsadın mı? Parmaklıkları canım. Geçen gün suyu açmıştım. Biraz akınca ısınıyor. Odaya döndüm. Çatırtılı bir ses duydum. Elektrikler kesildi o ara. Büfedeki mumu yaktım. O sırada sanki kapı kapandı. Ona benzettim. Banyoya gittim. Saç kurutma makinesini gördüm. Akan suyun altındaydı. Fişi prizde. Kapıya koştum. Kapı birden kapandı. Saçlarım sıkıştı. Korkuyla geri çekildim. Böyle oldu. Saçlarımdan bir tutam gitti. Birisi vardı. Kuşkum yok. Yüzünü? Görmedim. Ama kapı kapanmamışken henüz. Merdivenlerde karartı gördüm. Bir iki saniye kadar. Hızlı adımlarla iniyordu. Boyu senin kadar. Neden olmasın? Belki seni o gönderdi. Sürekli izliyor. Sen, o, diğerleri. Ne fark eder? Sen de diğerleri gibisin. Uydurduğumu düşünüyorsun. Bak! Mutfak penceresi. Çekiç! Sizlerden biri fırlattı. Sizlerden! Bir adım geride olsaydım… O mu? Kıskançtır. Duruşma? On üç Ağustosta. Evet ayrılıyoruz. Deli olduğumu kanıtlamaya çalışıyor.”   

Teknisyen son civatayı takmıştı. Ağ bağlantısı için alan adı sistem ayarlarını yeniden giriyordu. Patron kapıdan girdi. Derin bir nefes aldı. Deri ceketini yine Quasimodo devinimleriyle çıkardı. Başının üstünde çevirdi. Koltuğa fırlattı.

“Gelecek duruşmaya” dedi. “Hayalindeki insanlarla konuştuğuna kanıt gerekiyormuş.” Aldığı derin nefesi tıslayarak verirken masasının çekmecelerini hızla açıp kapadı.

Kendi kendine söyleniyordu,

“Hangi cehenneme gitti bu kart?”