Bilmiyorum ne zaman dönmeye başladı tekerler? Ne zaman yağ gibi süzülmeye başladı rayların üstünde? Nereden kalkar, nereye varır? Ben hangi durakta bindim, neden bindim, nereye gideceğim, bilmiyorum. Gözümü açtığımda (gözümü açmış olmalıyım, gökten inmedim ya) loş ışıklı bir kompartımanda cam kenarında oturuyorum. Dışarısı zifiri karanlık, bir yıldız bile parlamıyor. Belki de bir tünelden geçiyoruz. Kompartıman yolcularına bakıyorum, bir anne, baba ve çocuktan oluşan bir aile, bir yaşlı adam ve bir de orta yaşlarında, takım elbiseli, gözlüklü bir adam… Hepsinin yüzünde aynı donuk ifade. Hiçbiri uyumuyor, hepsinin gözleri açık. Gözlerini ilerideki sabit bir noktaya dikmişler. Kimse birbiriyle konuşmuyor. Hiçbirini tanımasam da o soğuk bakışlarında tanıdık bir şey buluyorum. Adını koyamadığım bu tanıdıklık beni rahatsız ediyor. Kafamı pencereye doğru çevirdiğimde camda yansıyan yüzümde aynı donuk, cansız bakışla karşılaşıyorum. Sabit, ruhsuz bakışımı ışığı yutmuş karanlığa dikiyorum. Bir ufak delik, bir yıldız, arkasından ayın parladığı gri bir bulut… Her ne olursa olsun, bir parça yaşam belirtisi arıyorum. Ancak, karanlık hiçbirine geçit vermiyor. Öyle kalın, öyle yoğun. Acaba diyorum, acaba elli yedi kilometre uzunluğundaki Gotthard Tüneli’nden mi geçiyoruz? O zaman İsviçre’deyim demektir. Ne zaman, nasıl İsviçre’ye geldim, bilmiyorum. Zaten imkânsız, pasaportum bile yok. Çaresiz, yol arkadaşlarıma dönüyorum yeniden. Saat kaç diye sorduğumda, takım elbiseli adam kısaca on diye cevaplıyor. Öyle bir keskin on ki bu, sabah on mu, akşam on mu, soramıyorum. Soruyu sorduğum anda tüm yolcuların bakışlarını üstüme dikmeleri de beni susturuyor. Cep telefonum! Evet, evet cep telefonuma bakabilirim. Ah salak kafam, niye düşünemedim ki… İlginç, cep telefonumun üstünde ne saat var ne de tarih. Neler oluyor? Gittikçe karabasana dönüşen bu durumdan nasıl çıkacağımı düşünürken “bilet“ diye içeri giren kondüktör beni rahatlatıyor. Kompartımandaki tüm yolcular aynı anda, aynı açıyla kondüktöre dönmüş yüzleriyle biletlerini ellerinde tutuyorlar. Bu sözsüz senkronik hareket, nedense beni ürpertiyor. Robot gibiler! Demin saati söyleyen adamın sesi de biraz mekanik miydi sanki? Gerçekten robot olabilirler mi? Ya deliriyorum, ya da rüyadayım. Kendimi çimdikliyorum, kolum acıyor. Kondüktör, tepeme dikilmiş, biletimi soruyor. Bilet?.. Biletim yok ki. Eskiden yaptığım gibi çantamda arama ve düşürme numarasına başvurmak üzere çantamı karıştırıyorum. Bu karıştırma esnasında “neredeyiz² diye soruyorum kondüktöre. Bir ipucuna ihtiyacım var. “Siz nerede olmak istiyorsanız, oradasınız² diye cevap veriyor. Adamın cevabının şaşkınlığını üzerimden atamadan çantamın ön gözünden çıkan bilet şaşkınlığımı daha da arttırıyor. Bir yandan biletimin olmasının şaşkınlığı, bir yandan da biletimin olmasının verdiği güvenle bileti kondüktöre uzatıyorum. Bilete delik açarken aynı soğuk, bezgin bakışlarla karşılaşıyorum. Bu trendeki herkes mutsuz, beklentisiz, umutsuz mu? Mutsuzlar Treni mi bu yoksa? Ben de bu trende olduğuma göre ben de mutsuz muyum? Umutsuz, beklentisiz… Bileti çantamın ön gözüne geri koyarken üzerinde kalkış yerinin İstanbul, varış yerinin ise boş olduğunu, sadece küçük harflerle yazılmış “istediğiniz yerde inebilirsiniz² yazısını okuyorum. Kalkışın altında tarih olarak doğum tarihim ve saatim yazılmış, varış bölümünde ise bir şey yok. Bunların hiçbiri gerçek olamaz. Kesinlikle deliriyorum ya da biri benimle oyun oynuyor. Yerimden fırlayıp trenin koridorunu kompartımanlara baka baka boydan boya yürüyorum. Benim kompartımanın replikası gibi tüm kompartımanlarda bir anne, baba ve çocuktan oluşan aile, bir yaşlı adam, bir takım elbiseli ve gözlüklü bir adam ve aynı benim oturduğum köşede oturan şaşkın, huzursuz bakışlı birini görüyorum. Tek değişken, o köşede oturan kişi, bazen genç bir delikanlı, bazen orta yaşlı bir kadın, bazen yaşlı bir adam, bazen genç bir kız olabiliyor. Hepsi istisnasız bir pencereden dışarıdaki karanlığa, bir yol arkadaşlarına, bir telefonlarına bakıp kısılıp kaldıkları bu kapandan nasıl çıkacaklarını bilemez halde oturuyorlar. Onlara pencereden el sallıyorum. Belki hepimiz bir araya gelirsek, buradan bir çıkış yolu bulabiliriz diye düşünüyorum ama beni görmüyorlar. Kompartımanlardan birine girip köşedeki genç çocuğa sesleniyorum ama beni duymuyor. Yolcuların bakışları değişmiyor. Sanki ben yokum. Çıldırmış vaziyette her kompartımana girip o köşede oturan kişiye sesleniyorum, olmadı kolundan tutup çekiştiriyorum ama nafile. Hiçbiri ama hiçbiri beni görmüyor, duymuyor, hissetmiyor. Kalbim küt küt atıyor, boncuk boncuk terlediğimi fark ediyorum. Emin olduğum tek şey, bu ruhsuz, soğuk, donuk, robotsu insanların olduğu trende onların gittiği yöne doğru gitmek istemiyorum. Pencerelerden görülen koyu siyahta hâlâ en ufak bir aydınlanma yok. O yoğun karanlığın içinde boğulup gidecekmişim gibi nefesim daralıyor. Koridorun bir ucundan diğer ucuna koşup duruyorum. Kondüktörü bulup bir an evvel inmek istediğimi söyleyeceğim. Bilette öyle yazıyordu: İstediğiniz yerde inebilirsiniz! Nerede indiğim önemli değil, her yer buradan iyidir. Kondüktör ortalarda görünmüyor. Acil Durum kolunu çekiyorum. Sanki işlevsiz. Hiçbir ses çıkmadığı gibi trende ne bir yavaşlama ne de bir durma belirtisi var. Beni bilmediğim bir yere götüren bu trende sıkışıp kaldım. Dehşet içindeyim. Korku, çaresizlik, yalnızlık iç içe geçiyor. Pencereleri açmaya çalışıyorum… Açabildiğim pencerelerden karanlığa doğru “yardım edin² diye bağırıyorum. Karanlık, derin bir sessizlikle cevap veriyor tekdüze tekerleklerin takır tıkır sesi arasından. Bir vagonu diğer vagona bağlayan kapıya ulaşıyorum. Kondüktör kollarını uzatmış bana doğru koşuyor. Beni tutmak, geri çekmek, karanlığın içine sokmak istediği belli. Panikle gözlerimi kapatıp açabildiğim kapıdan kendimi dışarı fırlatıyorum. Yuvarlanıyorum, yuvarlanıyorum, yuvarlanıyorum. Bir yerde durmuş olmalıyım, bayılmışım. En son hatırladığım şey, demek ki tünel değilmiş, gerçek bir karanlıkmış geçilen yol diye düşündüğüm. Ot kokusu doluyor burnuma.

 

Kendime geldiğimde, yemyeşil bir çayırdayım. Etraf kır çiçekleriyle mis gibi kokuyor. Gözlerimi açamıyorum. Kuşlar cıvıl cıvıl şarkı söylediğine göre ağaçlar olmalı yakınlarda. Güneş yüzümü okşuyor. Gözlerimin arasından sızıyor can verircesine. Ayağa kalkmaya çalışıyorum. Evet, kalkabiliyorum. Hatta birkaç adım bile attım. Gözlerim henüz aydınlığa alışmakta zorlanıyor. Endişeyle üstümü başımı yokluyorum. Şükür, kırığım çıkığım yok gibi… Sadece nefes alırken göğsüm sıkışıyor. Bedenime yayılan sızı, sancıya dönüşüp canımı yakıyor. Derin derin nefes almaya çalışıyorum. Birazdan geçer, diyorum kendi kendime… Birazdan geçer!

 

Kim bilir nereden kopup gelen bir ılık rüzgârla bacaklarıma güç geliyor, nefesim düzeliyor, gözlerim daha açılıyor. Uzakta kırmızı çitle çevrili, bacası tüten, küçücük bir ev görünüyor. Oraya doğru atıyorum giderek canlanan adımlarımı. Yürüdükçe içimdeki korku, huzursuzluk, tedirginlik buharlaşıyor. Yerini etrafımdaki renk cümbüşü alıyor. Gözlerimi kapıyorum renklerin kokularını daha iyi duyabilmek için. Açtığımda güler yüzlü kadınlar, erkekler, çocuklar… Hepsi de ışıl ışıl bakıyor bana. İçlerinden biri öne çıkıp ellerime uzanıyor, “nerede kaldın be kızım, ne zamandır seni bekliyorduk² diyor.