“Onu gördüm / 

Yüzü yabanıldı yine yırtıcıydı /

Silahları gördüm sonra /

Düşen çocukları gördüm /

Gözlerinde yarım bırakılmış gülümseme”… /

GÜLTEN AKIN /

Sabah gecenin kucağından sıyrılmadan havanın ayazı geçmez buralarda. Oysa artık yaz bitti, göçmen kuşların sesi duyuldu karanlığın içinde, mevsim değişti.

Gökyüzü böyle zamanlarda renkten renge girerek harika bir manzarayla bozkırı selamlardı. Önce alaca, sonra mor ve mavi, en sonunda beyaza çalardı. Çoban ise güneşle yarışır gibi uyanır, o ufukta belirmeden kalkar, ağılın yanındaki muslukta elini yüzünü yıkardı. Sonra tekrar yatağının başına geçer, heybesine bir iki parça azık, o gün koyunlarına okuyacağı kitabını alır – ki bu, bazen bir şiir, bazen bir öykü kitabı olurdu, gökyüzüyle halleşip öyle seçerdi okuyacağını – hayvanlarını ağıldan çıkartırdı. Yola düştüklerinde ıssız olurdu etraf. Köyün horozu onlar epey bir yol aldıktan sonra güneşi haberler, öterdi arkalarından.

Çoban suskundu. Sessizliği severdi. Çocukluğundan beri bu böyleydi. İnsanlar onun bu suskunluğunu anlamaz, geçmişte yaşadığı sevdaya bağlarlardı. Oysa çoban her sabah koyunlarıyla yol alırken, onlara kaval çalarken, öyküler okurken var oluyordu sadece. Yirmi yılda ne sevdalar unutulurdu, kala kala tortusu kalırdı. Çoban içinde nadiren bir sızı duyar, elini kalbini götürür, gülümserdi sadece.

Göçtüğü köyündekilere sorarsanız, askerden önce köyünden bir kızı sevmişti. O vakitler bu kadar sus pus bir adam değildi. Babadan çoban olan bu adam biriktiği tüm parayı alıp ayağının tozuyla kızın başlığını vermek üzere giderken bir de bakmış ki, kız çoktan gelin kervanına koyulmuş, başka köye yollanmakta. Çoban, beyaz atın üstündeki sevdasının uzaklaşmasını öylece seyretmiş, sonra da susmuş. Bir daha da sevda sözü etmemiş. Varsa yoksa sevdası bozkır olmuş. Eskiden köyünde çobanlık ederken şimdilerde artık göçer bir çobanmış. Her mevsim ülkenin farklı bir köyüne göçer, orada çalışırmış.

İşte bahar başından beri de, daha kuzular anaların sıcacık döl yatağındayken gelmişti Urfa’ya. Suriye sınırına yakın bir köyde başlamıştı çobanlığa.  Yüz kadar koyunu vardı otlatacak ve bir de yanından hiç ayırmadığı köpeği. Sabahları erkenden köyden çıkar, gün batmaya yakın köye dönerlerdi.

Gidiş gelişleri sırasında bazen sınırın öte tarafından silah sesleri duyardı, askerler karşısına çıkar, ileri gitmemesini söylerlerdi. Az ileride birileri ölüyordu. Çocuklar babasız yuvasız kalıyordu. Biliyordu. Askerliğini düşündü, hiç sevmediğini, bir türlü silah tutmayı beceremediğini. İnsaflı bir subaya denk düşmesi belki de anasının dualarının sayesinde olmuştu. Bu subay getir götüre koşturmuştu da, öyle öyle bitivermişti askerliği. Ama her ne kadar kaçsa da göçse de, insanın avcı olmaya meraklı olduğu dünyada savaştan kaçmak imkânsızdı.

Bozkıra çıktığında sessiz ve yalnız saatler boyunca doğanın koynunda kâh gökyüzüne bakıyor, kâh toprağa… Onlardan bir parça olduğunu bilerek. Ait olmak güzey şeydi. Sanki her sabah beslenmek üzere süt kokulu anasının koynuna sığınan bir bebek gibi mutlu oluyordu. O gün epey yol yapmışlar, sonunda dağın yamacına gelmişlerdi. Bu dağın ötesi savaşın ülkesine çıkıyordu. Koyunları taze otlara saldı. Kendisi de bir ağacın gölgesine sığındı, nefeslendi. Karnını da doyurduktan sonra sırtını toprağa vererek gökyüzünü izlemeye koyuldu. Geç kalmış bir kuş sürüsü geçiyordu. Gökyüzünü izlerken o kadar çok göçe tanıklık etmişti ki, her cinsin ayrı bir uçuş gruplaşması olduğuna şahit olmuştu. Ama dikkatini çeken şey hepsinde ortaktı, geride kimseyi bırakmak istemiyorlardı. Az yorgun düşen olunca, biri önden yetişip geride kalanı dürtüklüyor ve sürünün içine çekiyordu. Bu yaşamak için tek çareydi. İşte şimdi geçen grupta da yine bir – iki kuş geriye düşmüştü. Çoban yine gözcü kuşun yetişip onları gruba katmasını beklerken gökyüzünde bir can pazarı yaşandı. Şimşek gibi bir hızla nereden geldiği anlaşılmayan avcı atmaca geride kalan kuşa hızla daldı, taklalar atarak onu yere düşürdü ve… Sonrasını izlemeye dayanamadı çoban. Doğada kuraldı…

Şahit olduğu bu acımasız gerçeklik aklına defalarca okuduğu ″Son Kuşlar″ı getirdi. Az önce şahit olduğu doğanın kanunuydu; öyküde anlatılan ise insanın bilinçli acımasızlığı. Heybesinden çıkarttı öykü kitabını, açtı koyunlarına tekrar okudu.

Köye dönerken çoban atmacayı aklından çıkartamamıştı. Acımasızdı. Ölümün ta kendisiydi… Öte yandan hayran olunacak bir güzellikteydi. Doğa onu avcı olarak yaratmıştı. Gösterişli kanatları, keskin gözleri, sivri gagası, dik ve asil duruşuyla kuşların belki de en güzeliydi. Avını belki bu olağanüstü güzelliğiyle sarhoş ediyor, sonra canını alıyordu. Gördüğü anda atmacaya derin bir hayranlık duymaya başlamıştı. Yok ederek var olana duyduğu bu hayranlık çobanı şaşırttı. Ama utanmadı. Çünkü o hayvan karşı konulmaz bir yok oluşun parçasıydı sadece.

Atmacayla tekrar karşılaşması çok uzun sürmedi çobanın. Kader bu ya, avcı bir ava dönüşmüştü. Ağıla yakın bir yerlerde, sıcaktan esneyerek daha da aşağılara sarkan elektrik tellerinden birine takılmıştı. O usta ölüm kuşu pençesinden sarkan uzun ip olmasa böyle bir tuzağa düşmezdi ya, olan olmuştu işte. Çoban birkaç saat önceki kovalamacayı izlerken ipi fark etmemişti. Meğer atmaca da birine av olmuştu zamanında. İnsanlar dünyanın birçok yerinde bu kuşu yakalayıp kendilerine köle ederler, sonra da doğasından gelen öldürme güdüsüyle  beslenirlerdi. Nasıl olduysa bu genç atmaca esaretten kaçıp kurtulmuştu ama esaretinin izini üzerinde taşıyordu ve neredeyse ölümüne neden olacaktı. Onu orada öyle, göz göre göre ölüme terk etmek çobanın yapacağı iş değildi. Köpeğini koyunlarla birlikte ağıla yolladı. Kendisi de yavaş yavaş ve dikkat ederek elektrik direğine tırmanmaya başladı. Atmaca çırpınmaya devam ediyordu. Yaklaşan insanı gördükçe artan çırpınmasına çığlıkları da karışıyordu. Çoban sakinleşsin diye ıslıkla bir türkü tutturdu. Atmaca şaşkındı, artık çırpınmıyordu. Griden sarıya dönen tüyleriyle kafasının bir o tarafa bir bu tarafa çeviriyor, sarı gözlerinin üzerindeki ince zar gibi göz kapakları hızla açılıp kapanıyordu. Uzaktan, avcı azametiyle olduğundan büyük görmüştü çoban atmacayı. Oysa o, küçük ve narin bir canlıydı. Göğsünde gri beyaz ve sarının çizgi çizgi karıştığı tüyler kanatlarında koyu griye dönüşüyordu. Bu güzel canlının yaşaması lazımdı. Çoban olabildiğince yaklaşıp, ipi takıldığı telden keserek kurtardı ama hayvanın aniden ve hızla kanat çırpışı dengesini bozdu, refleksle elektrik teline tutundu. Bulunduğu yerden içini kavuran bir ateşle aşağıya düştü. Şimdi sırtüstü toprağın üstünde hareketsiz yatıyordu. Hayatını kurtardığı avcı kuş ise gökyüzünde özgürce süzüldü, gözden kayboldu.

Köylüler çobanın sıcaklığını yitirmiş bedenini bulduklarında, o hâlâ gökyüzünü yüzünde incecik bir tebessümle izliyordu.