Yaklaşan araca doğru yürümeden önce istasyondaki insancıkları son kez gözden geçirerek hangi vagona yöneleceğimi kestirmeye çalışıyorum. Bu sabah o kadar çoklar ki, ayakuçlarımdan boğazıma doğru yükselen umut ve heyecanı ister istemez bakışlarıma yansıttığımı hissediyorum. Kapılar açılınca herkes telaşlı bir hücum gösterisi sergilercesine yerlerini bulmaya çalışıyor. Ben bekliyorum, kimin nereye yöneldiğini gözlemek ve ona göre yerimi almak için bekliyorum. Ve avlar yerlerini alıyor, beslenme saati.

Bir kadın kucağında bir kitapla vagonun diğer ucunda oturuyor. Belli ki yanındaki kadınla girdiği sohbet, kitabı açıp okumasına engel… Tam ben o yöne doğru gitmenin yollarını ararken, oturduğu koltuğun yanında dikildiğim genç kızın çantasından bir kitap çıkarıp okumaya başladığını fark ediyorum. Ne şans! Yanındaki adam durakta inmek için kalkıyor. Sanki orayı benim için tutmuş da görevini tamamlamanın gururu içindeymişçesine bir bakış yakalıyorum gözlerinde. Usulca kızın yanına ilişiyorum.

Bir şiir kitabı. Tanrım! Bir şiir kitabı. Kimin olduğunu göremiyorum ama besbelli bir şiir kitabı bu. Güne ne güzel bir başlangıç. En son ne zaman şiir kitabı okuyan bir yolcu gördüğümü hatırlamıyorum. Bugün iyi geçecek besbelli, bir de kimin kitabı olduğunu görebilsem. Hemen not defterimi çıkarıp bu güzel başlangıcı yazmaya başlıyorum. Kafamı kaldırıp tekrar genç kıza baktığımda ise… Genç kız kucağına koyduğu kitabın üzerine iyice eğilmiş, dizeleri parmaklarıyla takip ederek mırıldanıyor. Bir parmak takipçisi! Okumayı yeni söken çocuklar gibi. Tanrım, sanki düz bir metin okuyormuşçasına nasıl da sürüyor parmaklarını dizelere. Güzel bir arabanın kapısını çiviyle çizer gibi göğsümü tırmalıyor adeta. Ne işkence, nefretle fırlıyorum yerimden, haykırmamak elde değil ama tutuyorum kendimi. Henüz günün başındayız, bir ilaç denk gelir belki.

Kucağında kitapla oturan sohbetçi kadın inmiş. Sonraki durakta inip vagon değiştiriyorum. Nafile… Son durağa kadar bir şey yok. Sadece ders kitabı okuyan bir-iki öğrenci. Bir de babadan kalma usulde gazete okuyan ihtiyar. Son durakta inip ters istikamette gidecek metro trenini beklemeye başladığımda yeni avımı fark ediyorum. Genç bir kız, elinde ne olduğunu anlayamadığım kitapla, hemen önümde dikiliyor. Gelen trene birlikte biniyoruz. Ama otururken kucağına koyduğu kitabın kapağını görünce hemen iniyor ve kapılar kapanmadan başka bir vagona zor atıyorum kendimi. Kitabın adını, yazarını görmeme gerek yok. On sekizinci yüzyıl tarzı giyinmiş ve belden yukarısı görünen bir kadın fotoğrafı kapakta boy gösteriyor. Kapalı ağzının kenarından süzülen kan ve arka planda, sol omzunun üstüne uçan bir kuş, bir kuzgun, belki de karga. Ergenler. Nasıl da düştüm tuzağa.

Son durağa yaklaşırken, büyük bir umutsuzluk ve gerginlik içinde oturduğum koltuğun karşısına genç bir kadın yerleşiyor ve sürpriz! Elinde bir kitap! Bir romana benziyor. Yerimde kaykılıp kapağını görmeye çalışıyorum. Ve görüyorum da –maalesef-. Kitabın ismi not defterime yazmaya değmeyecek türden bir şey. Öznesiyle, yüklemiyle uzun bir cümle. Hani avazı çıktığı kadar “beni okuyun, hayatınızdaki güzellikleri görmeyi öğrenin, ben de yazarımı zengin edeyim” diye bağıran ve aslında hiçbir şeyin dert etmeye değmeyeceğini, dünyanın bir cennet olduğunu ve önemli olanın görmeyi bilmek olduğunu anlattığını iddia eden müsvedde yığınları vardır ya. Eskiden olsa midem bulanırdı ama artık bolca bunları görmeye alıştım sanırım. Ürkütücü bir alışmışlık… Tanrı’dan tek dileğim beni ferrarisini satan heriflerle sınamasın. Ye, iç, şükret sonra yat zıbar.

Bugün, geçirdiğim en tatsız günlerden biri. Saat öğlene yaklaşırken not defterim hâlâ boş (üstünü karaladığım parmak takipçisi hariç). Bir keresinde aynı anda, aynı vagonda Poe, Balzac ve Vonnegut okuyan üç ayrı kişiyle karşılaşmıştım. Vagon içinde bir onun, bir bunun yanına koşturarak nasıl da kan ter içinde kalmıştım. O ne mesut bir gündü, anlatamam. Bu durumu yazdığım kâğıdı not defterimden yırtarak gömlek cebime koymuş ve o günden bu yana da hep orada taşır olmuştum. Sersem bir gülümseme içinde o günü tekrar kafamda canlandırıp elimi cebimin üzerinde gezdiriyorum. Ve olan oluyor. Yanıma oturan delikanlı elindeki torbadan bir Nabokov çıkarıyor ve Karanlıkta Kahkaha’yı okumaya başlıyor.

İlk kez bir Nabokov’la karşılaşıyorum. Üstelik bu onun en popüler kitabı da sayılmaz. Bunu heyecanla not ederken şansımın döndüğünü hissediyorum. Ve gerçekten de dönüyor. Nabokov’u Oğuz Atay, Alice Munroe, Dickens ve Gogol takip ediyor. Woolf ve Istrati bir köşede sessizce genç dimağlara nüfuz ediyorlar. Ve sonra, sanki sözleşmişler gibi Le Guin’ler ve Tolkien’ler dökülmeye başlıyor. Bir ara, Orwell okuyan bir delikanlı ile Zamyatin okuyan bir ihtiyar karşı koltuklara denk düşüyorlar. Orwell’cı delikanlının Zamyatin’ci amcaya gülümseyerek selam verdiğini görür gibi oluyorum. Kalemim sürekli çalışıyor. Not defterimi karaladıkça bir gökkuşağının üzerine çıkıyorum. Özür dileriz diyor birileri gaipten, seni bugün üzmek istememiştik, al, bunlar diyetimiz, her şeyden fazlasıyla, diyetimiz bunlar. Sarkaca karşı yarışan fareler geliyor gözümün önüne ve bir el beni kuyudan çekiyor.

Yeryüzüne çıkan merdivenlerde buluyorum kendimi. Öğle vakti, mola…