“Musikiye bayılıyorum!” dedi annem.
“Sanat müziğini mi seviyorsun yani?” diye sordum.
“Yoo, musiki işte.”
“O ne yani?”
“Musiki, hayatın şarkısıdır. Radyoyu açmana gerek yok. Duymayı bilirsen her şeyde o
vardır. Bir sabinin gülüşünde, örgü şişlerinin tıkırtısında, kuşların estirdiği rüzgârda,
bulutların geçişinde…”
“Müzik mi var bunlarda?”
“Müzik değil, musiki. Kelimenin kendisi bile ne ahenkli.”
Sonra örgüsünü örmeye devam etti.
“Fa diyez işle bence o kazağa,” dedim.
“Kurt kocayınca köpeğin maskarası olur işte böyle,” dedi.
“Aşk olsun, köpek nerden çıktı? Hani kuzundum ben senin?”
“Şişt!” diye kızdı, mırıldanarak saymaya devam etti, ilmekte istediği yere gelince
durdu.
“Kuzuluğun mu kaldı? Artık kendi kuzusu olacak yaşa geldin.”
“Aman anne, iyiyiz işte ikimiz.” dedim.
“Yoo o başka hem ben ölüp gideceğim, tek kalma sen. Bak iyi ki seni doğurmuşum.
Sohbet ediyoruz ne güzel.”
“Sohbet etmek için doğurmak pek rantabl değil sanki,” dedim.
Cevap vermedi.
Hızla işleyen ellerinin hareket edişini izledim biraz. Sonra gözlerimi kapattım.
Örgüsünün sesini dinledim, yünü parmağına dolamasını, şişin ilmiğin içinden geçişini,
biraz ters, biraz düz devam eden örgünün ahengini, soluk alıp vermesini… Sonra
örgü şişlerinin şıkırtısına yağmurun tıkırtısı eklendi.
“Huzur işte,” dedim.
“Efendim?” dedi.
“Şarkının adı,” dedim, “Andaki huzur olmalı.”