Tabanları cayır cayır. Göğsünde alev alev bir fırın yanıyor. Nefes nefese yokuş aşağı iniyor. Bitmeyen yokuşta bir aralığa sapıyor. Atlatabilecek mi ardındakileri! Kendi nefesinden başka bir ses duyulmuyor aralıkta. Bir apartmanın yüksek basamaklarını çıkıyor bir çırpıda. Çöküyor üst basamağa. Mermer soğukluğu suya kesmiş bedenine yayılıyor. Oh diye bir ses çıkıyor ağzından. Topluyor kendini. Karşıdaki apartmanın karanlık pencerelerini tarıyor gözleriyle. Canı burnundayken bir de hırsız, mırsız diye curcuna çıkmasından korkuyor. Peşindekiler yokuşun sonunu bulmuşlardır. Öyle düşünüyor. Manoysa mano… Ödemişti işte. Nerede vardı öyle ikiz mano!? Hangi âlemde görülmüştü! Sanki dünkü çocuk Osman, öyle tufaya gelecek göz var onda! Bu dingiller çabuk palazlanmanın yolunu bulmuşlardı akıllarınca. Kaçmıştı işte ellerinden. Beli boş olmasaydı görürdü onlar. Bir daha tanımadığı sotaya boş gitmek mi?! Bu son olsun. Galip abiye de aşk olsundu yani. Böyle cibilliyetsizlerle zara mı oturuldu hiç?! Bundan sonra sağlam tiyo almadan şuradan şuraya adım atmayacaktı Osman. Bir şey değil, canından olmak vardı bok yolunda. Nefesi düzene giriyordu yavaş yavaş. Körük gibi solumuyordu. Şimdi kafayı toplayıp plan yapmalıydı. Ayakkabılarının içinde parmaklarını oynattı. Kösele ayakkabıyla koşmak da, akıl kârı değildi hani. Montunun iç cebini yokladı. Oradaydı işte gecenin ganimeti. Zarlar bu gece ona gülmüştü. Kolay kolay kaptırmazdı mangizi kimseye. Her attığıyla toplamıştı ortayı. Zarları düşündükçe gözleri parlıyordu Osman’ın. Ne geceydi ama! Bütün şeytanlar omuzlarına, parmaklarına konmuş konmuş uçuşmuşlardı başında. Adamların yüzü gözünün önüne geliyor, otuz iki dişi birden görünüyordu kendiliğinden. Plakacı bile alı al, moru mor olmuştu. Ona neyse! Top gibiydi allahsız zarlar! Ama 6 – 5’ten aşağı gelmemişti Osman’a bu kısmetli gecede. Telefonun ekranını açınca yüzü aydınlandı. Şimdi telefona bakmanın sırası mıydı sanki. Enselenmek en son istediği şeydi. Kendine gel oğlum, kendine gel diye söylendi içinden. Süheyla uyumuş mudur diye merak etmişti aslında. O-ooooo… Bu saatte kim bilir kaçıncı uykusundaydı sırma saçlısı. Böyle üç gece düşse önüne dinine yandığı zarlar, o yüzüğü havada – karada alırdı valla Osman. Plan kafasında hazırdı. Önce o kebapçıya götürecekti Süheyla’sını. Ayva tatlısından sonra çaylarını içerken uzatacaktı kutuyu. Kocaman açılmış gözleriyle yüzü aydınlanacaktı Süheyla’nın. İnanamayacaktı gördüğüne. Ama öyle delikanlıydı işte Osman. Aşkını kocaman taşlı yüzük biçiminde koyacaktı gök gözlüsünün önüne. Onda yamuk olmazdı. Anlayacaktı Süheyla onun için çarpan kalbini Osman’ın. Ayaklandı. Gömleğinin yakasından sırtını havalandırdı. Islak atletle derisi arasında serinlik dolandı. Ürperdi. Aceleyle karanlık aralığı kolaçan etti. Koşan kediyi saymazsa bomboştu dar aralık. Yola çıksa mıydı acaba?.. Yoksa bu aralığı mı yürüseydi? Nereye çıkıyordu acaba?.. Canı da hiç eve gitmek istemiyordu aslında. Reşat açık mıdır bu saatte?.. Bir bakardı artık. Kuş uçuşu beş yüz metredeki caddenin uğultusu buraya ulaşmıyordu. Önce kaçak kat çıkılan, sonra ruhsatı alınan dairelerin yüksekliği, rüzgâr gibi sesi de kesiyordu. Parke taşlar, gece karanlığında ışıldıyordu artık sızısını duymadığı tabanlarının altında. Gelen – giden var mı diye seslere dikilmiş kulaklarına kendi ayak seslerinden başka bir ses gelmiyordu. Bu iyiydi işte. Yanmayan sokak lambaları, gölgesini geceden koruyordu Osman’ın. Derin bir iç çekti. Korkudan gerilmiş bedeni gevşemişti sanki. Oh be… Oh be… Oh be! Hay aksi, bu karanlık aralık yine o yokuşa bağlanıyordu. Gergin bir cep gibi yokuşun kıyısında dar sokak! Hay kör şansı Osman’ın. Yokuşu gözleriyle taradı. Kimseler görünmüyordu ama aşağı caddenin uğultusu, sesleri ayırt etmesini zorlaştırıyordu. Uzaktan gelen siren sesiyle birlikte beti – benzi attı. Ulan bu herifçioğulları polisle falan?.. Yok ya, o kadar da değildi artık. Hap kadar yerde o kadar koruma?.. Olur mu olurdu ha! Bir hanın giriş karanlığına sığındı Osman. Durup bir düşünmesi lazımdı. Durup bir düşünmesi… Bir faul olmaması için adamları atlattığından emin olması. Ah Galip abi… Ah Galip abi ya! Şu mangizli geceyi bir atlatsın… Var ya, bir daha mı tövbe! Bilmediği hiçbir sotaya iyice bir sorup etmeden dalmayacaktı babasının yeri gibi. Önünden hızla bir taksi geçti. İçi dolu muydu, göremedi. Bir ampul yandı kafasında. Evet, evet… En iyisi caddeye kadar inip bir taksiye atlamak ve topuklamaktı bu pirelerini ayaklandıran yokuşu. Başını hanın girişinden çıkarmasıyla bir şimşek çaktı gözlerinin önünde Osman’ın! Hey hop demeye kalmadan allahsız sustalının çelik ışıltısı bir daha geçti gözlerinin önünden. İzbandut bir kol sarmıştı işte boynunu. Mangizlere veda zamanıydı… Süheyla’nın yüzüğü gördüğünde ışıldayacak gök gözlerine veda. Kol sıktıkça sıkıyordu boynunu, gerildikçe gerilmiş bedeninde Yusuf Yusuf atıyordu şimdi Osman. Amma ve lakin korkunun ecele faydası olmadığını da o an şıp diye anladı. Bari sade façasını bozmakla kalsalardı.