Sayın Hocam,
(Aslında ‘Sevgili Doktorum’ demek geçiyor içimden ama burada herkes size böyle hitap ediyor, şimdi ben öyle dersem ayıp olur.)

Bu size yazdığım 14. mektup. 13.’yü yırtıp attım. 13 uğursuzdur bilirsiniz siz de. Herkes bilir. Siz mi bilemeyeceksiniz, benimkisi de laf işte! Diğerlerini sakladım. Size vermemi istediğinizde sakladığım yerden çıkarıp kendi elimle vereceğim. (O kaypak bakışlı hastabakıcı habire beni izliyor mektupların yerini bulmak için.) Bu hastaneye gelişimin 7. günü gördüm sizi. (Ben hasta falan değilim aslında, buraya neden zorla getirdiler ki beni?) 7 benim uğurlu sayımdır, sizi ilk defa o gün gördüğüme göre siz benim hayatımda uğurlu biri olacaktınız kesin! İşte bu yüzden sizi izlemeye, yolunuzu gözlemeye başladım. (Bunları 1. ve 7. mektubumda da yazmıştım ama olsun, 14.’de yazmaktan zarar gelmez. Belki 1. ve 7.’yi veremem size ama bu 14.’yü verebilirim, o zaman bu önemli bilgiyi yazmadan geçmek olmaz. Hem 7 benim uğurlu sayım olduğuna göre 7’nin katları da uğurlu sayılır.) İşte o gün, sizi beyaz gömlekle ilk kez gördüğümde bir meleğe benziyordunuz. 7 pencereli koridor boyunca yürürken -pencereleri defalarca saydım ordan biliyorum- gözlerimi sizden alamadım. (Aaaaa, bakın işte! 7 pencereli koridorda 7. gün gördüm sizi! Bu rastlantı olamaz! 7 benim uğurlu sayımdır demiştim ya.) Beni laboratuvara götüren o hastabakıcı da yanımdaydı. Tek başımıza yürümemize izin vermiyorlar o koridorda. O hastabakıcının kaypak bakışlarına sinir oluyorum. Haz etmiyorum işte o adamdan (beni izliyor devamlı). Yanımızdan geçip öbür tarafa doğru uzaklaşıp gittiniz. Tam o sırada yerdeki o kâğıt parçası ilişti gözüme, hemen eğilip aldım el çabukluğuyla. Siz usulca yere atmış olmalıydınız ben alayım diye. Bana bu boş kâğıt parçasıyla bir işaret vermiştiniz, işte o günden sonra size mektup yazmaya başladım. Her gün 1 mektup. (1 mektuptan fazlasını yazmamı isteseydiniz, o sayıda kâğıt parçası atardınız yere). Bu 14. mektup olduğuna göre 14 gündür sizi tanıyorum. Size âşık olmak için yeterli bir süre bence. Sizi bilmem ama ilk bakışta aşka inanırım ben.

Zaten o partide de öyle olmuştu. İlk bakışta âşık olmuştum o kıza. Beyaz bol bir tişört giymişti, jiletle kesik kesik ince uzun pencereler açılmış gibi duran beyaz bir tişört. (O, yerde yatarken kesikleri saymıştım, tam 13 taneydi, uğursuz rakam işte!) Bacaklarında da yer yer yırtık, mavi-beyaz bir kot pantolon vardı. Siyah, uzun, parlak saçları, omuzlarından aşağı büklüm büklüm dökülüyordu. Barda oturuyordum ben. İçkimi içerken onu seyrediyordum. Pistte tam önümde dans ediyordu. Neon ışığın her geçişinde fosforlu bir mora dönüyordu tişörtü. Ateş böceği gibi aydınlık saçıyordu. Başını sağa sola sallarken uçuşup havalanan saçlarının bukleleri birbirine dolanıp dolanıp ayrılıyorlardı. Sanki her bir çift bukle, kendi müziğiyle başka bir dans yapıyor gibiydi. Hani adamla kadının bacakları kanca gibi birbirine dolanır, sonra kadının bacakları havada uçuşur, kadınla adam birbirlerine bir sarılıp bir uzaklaşır, adam kadının üstüne üstüne yürür, kadın geri geri gider, neydi o dans? Hah Tango! Tango yapıyordu sanki her bir çift siyah bukle. (O dansı bir filmde görmüş çok etkilenmiştim. Yaşlı bir tango hocası vardı. Rakamlarla ritm veriyordu 8 adımlık dansa, uno, dos, tres, quadro,.. 1, 2, 3, 4,..  tam bana göreydi, çünkü ben de rakamların üstadıyım!). Kız hızla döndü, koluma çarptı. Ben ayağa kalkıp ona doğru birkaç adım atmış olmalıyım, yoksa o mu bara gelmişti? (Evet, evet, sanırım öyle oldu. Benim oturduğum taburenin yanında ayakta dururken siyah saçlarından burnuma dolan şefkat kokusuydu…)

Bir kadeh kırmızı şarap istemişti. İçki döküldü, tişörtü pantolonu kırmızıya boyandı. Yoksa daha önce mi kırmızı olmuştu tişörtü… Üzerindeki kesikler de kırmızıydı, 13 kırmızı kesik… İçtiğim haplar zihnimi bulandırıyor, tam hatırlayamıyorum, hangisi ne zaman oldu? Hangisi önceydi, hangisi sonra? Hangisi 1, hangisi 2 numara?  O züppe bozuntusunun kızın saçlarıyla oynaması mı önceydi, şarabın dökülmesi mi? “Hoooopp sana da ne oluyo ya!!!!” diyen kız mıydı, o züppe mi? O dökülen şaraptan önce mi içmiştim o bir şişe viskiyi, sonra mı? O kesikler kırmızı olduğunda, elimde sustalı var mıydı, yok muydu? İnanın Sayın Hocam, hiç sıraya sokamıyorum bu olayların akışını.

Bu haplar yüzünden. Dünkü hapı yutmadığımı size söylememde sakınca yok. Dilimin altına sakladım, yutar gibi yaptım ama yutmadım. O kaypak bakışlı siyah suratlı hastabakıcı odadan dışarı çıkınca tükürdüm hapı. Ayağımla bir güzel ezdim, yatağın altına itekledim kırıntıları, tozları. Ama sadece dünkü hapı yutmadım çünkü o 13. haptı. Ne diyordum, hah tamam, o olayları tam olarak hatırlayıp sıraya sokamıyorum diyordum. (Acaba 13. hapı yutmadığım için olabilir mi?) Oysa rakamlar, sayılar, sıralamalar benim uzmanlık alanıma girer, taaa çocukluğumdan beri üstelik.

Örneğin bizim evimizde alt kattaki salondan üst kattaki yatak odalarına çıktığımız merdivenin tam 11 basamağı vardı. Aaaaa ne tesadüf, ben o zaman tam 11 yaşımdaydım. Bak bunu hiç düşünmemiştim. Her ikisinin de 11 olması arasında bir ilişki vardır mutlaka. Neyse, onu sonra düşünüp bulurum nasılsa. İşte o evimizdeyken, yani o gün okuldan o evimize geldiğimde (sonra o evimize bir daha gelmedim ben, anneannemin evinde kaldım ondan sonra, onun için bu bilgiyi veriyorum), o basamakların her birinde siyah saç bukleleri vardı. O zaman saymıştım, tam 11 bukle vardı. Üst kata çıkarken saymıştım, her bir saç buklesini elime alırken saymıştım. Ondan sonra ben sayı sayma uzmanı oldum, öyle çok çok çok sayı saydım ki… Babamın elinde makas vardı, yatakta uyuyan annemin buklelerini kesip kesip yatağın üstüne yan yana, yan yana diziyordu, sırasıyla düzgün düzgün koyuyordu. Annemin üzerindeki tişört kırmızıydı… kıpkırmızı… (ama ama ama o sabah beni okula gönderirken beyazlar vardı üzerinde, hem annem kırmızıyı hiç sevmezdi ki, niye kırmızı giydi? Hiç hiç hiç anlamadım.) Ben ben ben, işte o günden sonra sonra sonra, yumruğumun içinde sımsıkı tuttuğum siyah siyah siyah saç bukleleriyle yatak odasının aralık kapısının önünde hiç sesimi çıkarmadan durup durup durup, uyuyan annemi seyrettiğim günden sonra, onu da, babamı da bir daha görmedim.

Sonra sonra sonra, ne oldu sonra? Hatırlamıyorum. Tekrar okula okula okula gitmeye başladıktan sonra anneannemin evinde kaldım hep. (Okula niye bir süre gitmedim ki? Nerdeydim? Ne yapıyordum?) Anneannem gizli gizli ağlar, yanına gittiğimde susardı. Ben hiç ağlamadım ama. Annem babam uzun bir yolculuğa çıktılar ama bekle gelecekler dediğimde, bana sarılıp sarılıp yine ağlardı. İnanmadı hiç bana, gelecekler dedim inanmadı. Ağladı ağladı öldü…

Sonra ben ben ben, başka bir yerde kaldım. İsli puslu binalar arasında hapsolmuş, demirden yüksek sivri parmaklıkları olan (69 tane, her gün saydım) karanlık bir avlusu vardı. Koğuş gibi bir yatakhanesi vardı. (Orası okul muydu? Hiç okula benzemiyordu…) Bilmediğim bir dilde konuşuyorlardı o kendilerine  sör, madam, mösyö denilmesini isteyen öğretmenler. Ben de öğrendim o dili sonunda, mecburen öğrendim…  Ama ama ama kendi dilimle okumayı yazmayı daha çok sevdim hep. Çünkü kendi dilimle yazarken noktaları, virgülleri, parantezleri ve diğer şeyleri eksik, yanlış koyunca, o öğretmen kızmazdı, düzeltirdi. (Bu mektubu da size kendi dilimle yazıyorum, noktalama işaretlerini falan hepsini koyaraktan ama aceleden koymadıklarımın kusuruna bakmayın).

Sayın Hocam,
bu mektubuma burada son vermem lazım çünkü duvardaki saat 12’ye 10 var. 12 olmadan mektubumu yazmış bitirmiş olmalıyım çünkü benden her gün 1 mektup yazmamı istediniz. Saat 12’yi geçerse, bugünün mektubunu yazmamış sayılırım sonra. Yarınki mektubumda (yani 15. mektupta) buluşmak üzere hoşça kalın Sevgili Doktorum (artık mektubun sonunda ‘Sevgili Doktorum’ dememe izin vardır herhalde).

 

İmza: 7. koğuştaki hayranınız
(Aaaaa bakın! Benim kaldığım koğuşun numarası da 7, tam da benim uğurlu sayım.)