Katarsis şehrine doğru cefakâr atım Sentor’la birlikte yol alırken yirmi üçüncü doğum günümü düşünüyordum, yani yolculuğa çıkmadan bir önceki günü. Günler gelip geçiyordu, kuşlar gibi uçuyordu bilge adamın dediği gibi ama genç yaşıma rağmen içime sızan, şu çelikten zırhımı delip etime işleyen, kanıma süzülen kasveti, gamı alıp götüremiyordu. Adıma tertiplenen şölen, sislerin ardından görünen dağ gibi hayâl meyal, boz bulanık bir sahneydi artık. Kadeh kadeh şaraplarını içen, doldurulmuş nar gibi kuzuları mideye indiren, tazecik meyveleri ve şerbetlenmiş tatlıları büyük bir iştahla yiyen gürültücü kalabalık benim şerefime oradaydı. Benden başka herkes ya saadet denizinde yüzüyordu ya da öyleymiş gibi yapıyordu. Hiç bilemedim; tüm o varlığıyla beni eksilten insan yığını, o menfaatçi güruh, o gövdeleri üzerinde gülünç perukalı kafalarıyla davetime gelme cüretini nereden buluyorlardı? Ah, elbette kral babamdan! Onun iki dudağı arasından çıkacak en küçük bir sözle o şarlatan suratlarının toprağı öpeceğini biliyorlar da ondan; kesilirdi kelleleri. Kutsal Giyotin, adaleti kral babacığımın iki dudağı arasında; kan ve bıçak. Hepsi bu.

Sevgili dostum Filos –ki tüm Amartia ülkesinde gözüme korkusuzca bakan tek o- söylemişti: “Aradığın şey, sarayın çok uzağında. Katarsis şehrinde aradığın her neyse, kaderinde varsa, senin için yazılmışsa bulacaksın onu”. Filos, bir demircinin oğlu bense bir kralın. Filos babasının yanında, demiri ateşe sürüyor, körüklüyor ateşi; ben kralın veliahtı, ülkenin gözbebeği. Filos’un alnı terliyor boncuk boncuk, benimse terimi silmek için bekleyen hizmetçilerim var. Bir gün dedim Filos’a “Yerimde olmak ister miydin?”. Aldığım yanıt o cengâver, o heybetli, o gözüpek adamın, demirci oğlu Filos’un ağzından çıkan “asla” oldu. Filos, prens olmayı asla istemezdi ben de öyle. Kaçıyorum.

O kadın… Ne tuhaftı öyle. Neler neler gelmişti hediye diye; giysiler, savaş takımları, altın çatal kaşıklar, billur kadehler, mücevher dolu sandıklar. Ama o kadın, hırpani kılıklı ürkütücü kadın, yıllar önce ölmüş annemin bir akrabası olduğunu söyleyerek bir şemsiye uzatmıştı kollarıma. Küçümseyerek bakmıştım hediyesine; bir şemsiye, hem de bana, Amartia prensine. Üstelik delik deşik. “Bu beni nasıl güneşten koruyacak? Söylesene kadın!” dediğimde yaşlı kadın “Güneşten koruyacağını da kim söyledi. Aptal olma.” demişti. Hiddetlenmiştim. Tam ağzımı açıp “Sen ne cüretle…” diye haykırıyordum ki kelimeler yığıldı boğazıma. Kadının gözleri, Cemşid’in kadehi gibi cihanı gösteriyordu. Gözlerinden insanlar geçiyordu; ağlayan, dövünen, acı çeken, hiç bilmediğim insanlar. Korkunçtu. Sanki gözündekiler, orada o çukurun içinde ağlaşan o insanlar onun hiç umurunda değilmiş gibi… Bunca acıyı yutmuşken gözleri, nasıl gülüyordu ağzı? “Git buradan” dedi fısıltıyla, “Ay tepsi gibi olduğunda, Filos sana yol gösterecek. Kalırsan öleceksin. Saraydaki herkes ölecek.” Ne dediğini kulakları işitiyor muydu kadının? Kâhin miydi yoksa? Saraydaki herkes nasıl ölebilir? Yoksa bir saldırı mı olacak? Savaş mı açacaklar yüce Kral Agathon’un ülkesine? Hemen muhafızları çağırdım, kadını saraydan dışarı atmalarını söyledim ve hepsinin cezalarını çekeceğini; kadın sarayıma kadar girmişti ve onlar hiçbir şey yapmamışlardı çünkü.

Şölen sabaha kadar devam etti ama kadınla konuştuktan ve gördüklerimden sonra, daha fazla soytarılara katlanamazdım. Başımın ağrıdığı bahanesiyle ayrıldım oradan. Yatağıma uzandığımda düşüncelere daldım. Ya kadın doğru söylüyorsa? Gitmeliydim. Gidersem bu gitmek olmayacaktı; Amartia’nın tek veliaht prensi yani ben, kaçmış olacaktım. Krala anlatsam, bana inanır mı ki? Benden başka kimse söyleyemez ona. Başlar kıymetli ne de olsa!

Filos’u, tek dostumu dinledim. Hiçbir şey söylemeden kaçtım saraydan. Ay tepsi gibiydi, dostum yolu göstermişti, atım hazırdı ve yanımda kâhin kadının hediyesi tuhaf şemsiye de hazır bulunuyordu. Düştüm yola. Gideceğim yer, bulabilirsem, Katarsis şehriydi. Öyle askerlerin ya da gezginlerin bildiği bir yer değildi burası. Adı sanı duyulmamış aslında varlığı bile meçhul bir yerdi. Ama ben arınmalıydım; arınmalı ve bu prens zırhımdan kurtulmalıydım. Dünyayı tanımak, Amartia’nın dışına taşmak istiyordum. Ve bunu Filos gibi, sadece demircinin oğlu Filos gibi, hiçbir unvana takılmadan yapmak istiyordum. Agathon’un oğlu ama kralın değil!

Suyun denizi bulması gibi, sadece arayanların bulduğu bu şehre ulaştım aylar süren yolculuğumdan sonra, nihayet. Şehir, kâhin kadının gözleriydi sanki. Her yanda acı çeken, çığlıklar atan, dövünen insanlar… En ürkütücü olanıysa bu insanların hiçbirinin gözleri yoktu ve kulakları da. “Neden?” diye geçirdim içimden; dağlar yankılandı. Göreceklerini gördüler, duyacaklarını duydular.” İşte o an korku, Yemen hançeri gibi saplandı böğrüme. Aynı ses “İn atından” dedi. Buraya bunun için gelmiştim, indim atımdan. Attan inmemle etrafımı küçük yaratıkların sarması bir oldu. Bildiğim hiçbir hayvana benzemiyorlardı; yarı insan yarı yarasa tuhaf ve sevimsizlerdi. İki ayakları üstünde tırmandılar üzerime; başıma kadar. Yerde kalanlar bacaklarıma dolanmış, hareket etmemem için beni tutuyorlardı. Çırpındım, fırlatıp atmaya çalıştım başımdakileri ama çam reçinesi gibi yapışmışlardı saçıma. İçlerinden biri gözlerime baktı, gayet kibarca “İzninle” dedi ve ardından o perdeli parmaklarıyla oydu gözümü. Öyle bir anda oldu ki elimle gözümü yokladım hemen. Yeri bomboş çukurdu ve bir damla kan yoktu yüzümde. Ben yaratığa sağ kalan gözümle bakarken o diğer elini “onu da almalıyım” diyerek gözüme soktu. Yuvasından aldı gözümü. Artık gözlerim yoktu ama acı da yoktu. İki derin çukur kaldı geride. Her şey çok hızlı oldu. Bir başkası kulağımın kafa derime bitişik kısmından koca bir ısırık aldı, dişleri arasında çekti çekeledi ve kopardı kulağımı. Diğer kulağım da bir başka yaratığın dişlerine yapıştı. Artık kulaklarım da yoktu. Tıpkı o insanlar gibi; kâhin kadının gözünde ve Katarsis şehrinde gördüklerim gibi.

Yaratıkların eşliğinde geçtim, sulardan, köprülerden, orman kuytularından. Yuvarladılar beni bir dağın yamacından yuvarlarcasına. Bir kuyunun dibine düştüm. Susuz kalmış bir kuyu. Gözlerim yoktu, kulaklarım da ama kâhin kadın hep yanımdaydı sanki. Onun gözleriyle kavrıyordum. Kuyuda günlerce kaldım. Açlık, susuzluk bu ülkede bir ihtiyaç değildi, öyle bir his de yoktu. Kuyu bana Amartia’da asla öğrenemeyeceğim bir şeyi öğretti: Dünya ne düzdü ne yuvarlak ne de öküzün boynuzları arasında. Dünya bu kuyudan fazlası değildi. Kuyu da dünyadan az değildi. O küçük yaratıklar beni kuyudan çıkarttıklarında artık sadece Agathon’un oğluydum.

Kâhin kadının gözleri, kuyudayken göstermişti bana. Amartia’dan ayrılışımın hemen ardından ülkede isyan çıkmış ve isyancılar sarayı basarak yüce kralımızı öldürmüşlerdi; başını ise…

Cennetten cehenneme dönüyordum; Katharsis’ten Amartia’ya. Dilimdeyse koca bir “Ahh!”