“Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sordu imam. Herkes “İyi biliriz!” dedi. Ben içimden bağırdım. “Kendimden bilirim.” sonuna da “Ulan!” ekledim. Herkes bana döndü. Herkesi bana döndürecek kadar bağırmışım meğer. Bağırırdım ki, neden bağırmayayım? Benim, o mavi gözlü, kıvırcık saçlı, tavşan dişli, ara sokakta sigara tüttürdüğüm, ara solumdan âşık olduğum kadın şimdi merhum diye anılıyor. Nasıl bağırmayayım ulan! Kim olsa bağırırdı.

Menbike, mahalleye taşınalı daha iki ay olmuştu. İsminden ötürü hepimiz gülmüş, hatta bazen dalga bile geçmiştik. İşte o zamanlar o kadar çocuk, o kadar fırlama, o kadar puşt zamanlarımızdı. Menbike ise “Men de Yusuf, sen de Orhan!” diye bağırırdık arkasından bakkala indiğinde. O da bize bakıp gülerdi. Ne yapsın kızcağız, daha yeni taşınmış bizimle uğraşıp da mahallede reklam mı olsun? Tamamen bizim ibneliğimiz. Bir gün ara sokakta sigara içerken annem yukardan görmüş, bir hışımla aşağıya indi. Elimde sigaraya yakaladı ama ben sigara içerken üzüm mandalina falan yiyordum ki koku kalmasın. Elimdeki yarım sigarayı alıp bana göstererek “Bok iç, şerefsiz! Bu ne?” diye bağırdı. Ne diyeceğimi şaşırmış, korkudan altıma damlatacak raddeye gelmiştim. Bir anda bir kız elinde ekmek poşeti ile “Abla sigarayı ben verdim tutsun diye, bakkala gitmiştim, yolda içmek ayıp olur.” dedi. Yüzümü döndüğümde karşımda duruyordu. Annem sigarayı ona fırlatıp, “İçtiğin boku yanında taşı.” diyerek kolumdan tutup yukarıya çıkardı beni. Bir iki azarladı, “Ne işin var o kızla, sana mı kaldı ulan kızın sigarasının nöbeti pezevenk!” diye. Öyle böyle geçiştirdim konuyu. Akşam babamla mutfakta konuşurlarken duydum, meğer bu bizim Menbike madde kullanıyormuş. İstanbul’dayken alışmış. Akşam babama sigara almaya giderken de apartman boşluğunda ihtiyar amcaların tütün çarşafıyla sigara sardığını gördüğümde “Kız o kadar fakir ki tütüne düşmüş!” diye acımıştım, meğer ot sarıyormuş. Babam beni çağırıp bir iki küfür etti. Kızla konuşursam ayağımı kırıp elime verecekmiş falan; takmadım. Uyumadım uzun süre, aklımda onu bu boktan nasıl kurtaracağımın planlarını yapıyordum. Bir hafta boyunca uzaktan bakıp neler yaptığını çözmeye çalıştım. En sonunda Eyüp abiye gittim. Eyüp abi, bizim mahalle büyüğü, mahallede en büyük olan o diye değil, bu tür boktan işlere hep o bakar diye öyle derdik. Ağır abilerden, seksen kilo falandı. Durumu anlattım. O gün ne kadar tanıdığı varsa bu kıza mal vermemelerini tembihledi. Kimse onun sözünden çıkamazdı. Çünkü Eyüp abi icabında sözünü çiğneyenin götünden kan alıp, o kanla ikametgâhını dahi çıkartacak kadar taşaklı bir abimizdi.

O gün son dersi boş geçirmiş arazide maç yapıyorduk. Menbike ben kaledeyken yanıma yanaşıp “Beş dakika sonra kazancıların sokağına gel.” dedi. Maç bittikten sonra sokağa gittim, oturmuş elleri titriyordu. Ayağa kalkıp yakama yapıştı “Ne istiyorsun ulan benden! Sana mı kaldı benim ne içip içmediğime karışmak pezevenk!” dedi. Korkmuştum ama belli etmeden ittim “Ne diyorsun ulan kancık! İşine bak, benim ne alakam var. Burada öyle karıya kıza kimse mal satmaz!” diye bağırdım. Korkudan mı krizden mi bilmiyorum ama duvar dibine çöküp ağlamaya başladı. Arkamı dönüp gidecekken “Bağımlı değilim ben, hiç içmedim.” diye hıçkırdı arkamdan. Bir iki dakika yerimde kaldım hareketsiz. Olur da dizilerdeki gibi o konuşmaya devam eder, ben de gidip gitmemek arasında kalan o yakışıklı jön gibi kalırım da araya reklam falan koyarlar, sezon finali falan ne bilim bir bok olur diye bekledim. Olmadı. Yanına gidip çöktüm dizlerimin üzerine, elimle başını hafif kaldırdım. Saçlarını arkaya atmam otuz saniye kadar sürdü, o kadar uzundu ki saçları. Gözyaşlarını silmem ise bir ömür. Babamın emekliliği kadar ağlamış, dedemin dedesinin vefatı kadar ağlamış, hatta güzel annemin yüzündeki dünya kadar ağlamıştı. Cebimdeki tek sigarayı yakıp uzattım ona. O da içip bana, ben tekrar ona, o bana, bu böyle sürdü bir beş dakika. Ben ilk o zaman bir kadını öpmüş sayıldım. Güldük, gülmekten saydık o günden sonra geçen günleri.

Akşamına bakkaldan çıkarken, “Yarın okulda dersler boş, buluşup gezelim mi?” dedim nereden aldığımı bilmediğim o cesaretle. Güldü, o an sandım ki dünya güldü, ahiret güldü, anam, babam güldü. “Olur.” dedi. Sabahı ne ders boştu ne de ben. Ben o zaman ilk defa gırtlağıma kadar bir aşka batmıştım. Sabah erkenden babamın Jagler parfümünün yarısını kendime sıkmıştım. Saçları da taradım, akşamdan ütülediğim elbiseleri giydim. Annem, “Âşık olan adam her şeyi öğrenir. İcabında ütü de yapar yemek de…” demişti. Ben ütü ile başladım. Parka gidip oturduğumuzda bakkaldan “Babam bir paket Lark istedi, deftere yazsın dedi.” diye aldığım sigarayı çıkardım. Uzattım. “Vayy zenginiz!” dedi, gülümseyerek. İçimden “Fırlamayız ulan, ne zengini. Ha bir de âşık, orası ayrı…” dedim. Duymadı, duymasını istemez insan bazı şeyleri sevdiğinin. Olaya şiirsel bir yerden tırmanmam gerekiyordu. “Nesin sen be Menbike!” dedim baygın bakışlarla. Sustu, sigarasını söndürüp bir tane daha yaktı: “Tatarım ben! Atalarımız sürgün ola ola dağılmışız her yana. Parça parça, lime lime olmuşuz. Pasta görmüşler bizi, her gelen bir dilim kesmiş.” dedi. “Seni bir yerden kırmışlar, kıra kıra sürmüşler seni. Senin ne tozun kalmış, ne gölgen. Ne külün var, ne gövden.” dedim. Baktı, başını dayadı omzuma. O başını omzuma dayadı, ben o zaman dünyanın yükünü taşımayı öğrendim. O gün saatlerce öyle durduk ikimiz, bir paket sigarayı hiç ettik, leş gibi kokuyorduk. Yolda çantasından bir poşet çıkardı. İçinde üzüm ve mandalina… Birbirimize bakıp kahkaha ata ata eve doğru yürüdük. Aramızda dört yaş vardı. Aramızda dört dünya vardı. Onun bir cümlesinin dört kelimesi benden fazla, bir kelimesinin dört harfi, bir harfin dört sesi, bir sesin dört anlamı benden hep fazlaydı. Sadece ben ona dört fazla bakıyordum.

İkinci dönemin başıydı. Eve gelmeden ara sokakta sigaramı yaktım. Apartmana girdiğim gibi arkamda bir ses: PATTT! Olduğum yerde kaldım, tam apartman girişinde, o kadar kaldım ki olduğum yerde, elimde sigara beklemekten sönmüş, içimdeki acı, endişe beklemekten harlanmıştı. İçimden “Döndüğümde bir torba olsun, biri boklu bir bebek bezini atmış olsun ulan! Ne bileyim işte ulan! Benim gençliğim, çocukluğum olsun da, O olmasın!” dedim. Döndüm, oydu. Bana bakacak şekilde düşmüştü. Sayısalı da iyiydi, ondan herhalde. Hiçbir şey yapamadım, oturdum başucuna, baktım gözlerine, kan damlayan saçlarına, ters dönmüş ayaklarına, gülüşüne, gözlerindeki çocukluğa, dudağının ucunda kalan sigara kokusuna. Öylece kaldım orada, onun bir çocukluğu vardı gözlerinde, adı da intihardı.