Saat gece on bir civarı. Sen, evden hızla çıkarken hızla üstüne geçiriverdiğin ceketinin
içinde soğuktan büzüşmüş, ellerin cebinde yürüyorsun. Beyoğlu, her zamanki
kalabalık ve karmaşasını arttırmış, sağlı sollu dükkânlardaki yanıp sönen
ışıklarla, bar ve meyhanelerden caddeye taşan müzik ve yüksek sesli kahkahalarla
üstüne üstüne geliyor. Evden de dayıoğlu ve arkadaşlarının gazete üstüne kurdukları,
bugüne özel, birkaç meze ve biraz peynirden oluşan sofrada bir büyüğün içinde
kendilerini, hasretlerini, hasletlerini boğmalarından kaçmadın mı? Nereye gitsen
insanların, hayatın, dünyanın üstüne üstüne gelmesinden kaçmak mümkün değil
mi? Yılbaşıymış! Peh! Sana karşı yürüyen bu şehir insanlarının, kadınlarının, erkeklerinin
yüzlerine bakıyorsun. Hepsinde abartılı bir neşe, sanki bugüne kadar
gelmiş acılardan, sıkıntılardan bir anda, saat tam on ikiyi vurduğunda kurtulacaklarmış
gibi sırıtan bir umut ışığı görüyorsun. Sahi, var mi öyle bir şey? Bir anda,
sihirli değnekle dokunulmuşçasına, mucize gibi… Gülüyorsun. Sen de aynı umutla,
bundan beş – altı ay evvel köyünü bırakıp gelmedin mi insani yutan bu şehre? Çocukluktan
beri, ağabeylerin gibi güçlü, kuvvetli, acımasız olmadığın için babandan
sürekli dayak yediğin için, kız kardeşinin baş örtüsünü takarken yakalandığında
önce ailenin, sonra da arkadaşlarının alay konusu olduğun için. Her şeye yeniden
başlama umuduyla, çalışarak para kazanıp eve para göndererek erkekliğini ispatlama
derdinde. İçin sıkılıyor. Kalabalıktan sıyrılmak için soldaki sokaklardan birine
sapıyorsun. İlerledikçe insanlar azalıyor. Sarhoş, sallanarak yürüyen birkaç kişi ve
pavyondan pezevengi tarafından itile kakıla çıkarılan dansöz dışında kimse yok.
Yan yana dizilmiş birkaç pavyon geçiyorsun. Ağabeylerinin seni pavyona götü-
rüp zorla bir kadının koynuna soktukları günü anımsıyorsun. On altı yaşında var
mıydın? O güne kadar ananın sabun kokulu teninden başka ten koklamadığın için
nasıl da miden bulanmıştı yüzü tamamen boyalı, garip kokulu kadın üstündekileri
çıkarmaya kalktığında. Çevik bir hareketle kadının ellerinden kurtulmuş, nasıl da
atıvermiştin kendini dışarıya. Kapıda bekleyen ağabeylerin ne kadar çok gülmüştü.
Dillerine dolamışlardı aylar boyunca. Hızla geçiyorsun pavyonların önünden. Daha
derinlere, dipsiz bir tünel gibi sonunu göremediğin sokakta ilerliyorsun. Herkesten
uzaklaşmak, rüzgârda uçuşan şu kuru yaprak gibi kimsenin seni tanımadığı bir
yerlere süzülmek istiyorsun. Soğuk havaya rağmen bazı pencereler açık olmalı
ki, televizyondaki programa karışmış haykıran bir adam sesiyle bir kadının çığ-
lıkları yankılanıyor sokakta. Kadının can hıraş çığlığını yadırgıyorsun. Oysa anan
babanın tekmelerine, tokatlarına, “bu oğlanı sen bu hale getirdin” derken saçından
tutup yerlerde sürümesine sessiz kalır, ne bir söz çıkardı ağzından ne de bir
gözyaşı damlardı gözünden. Ancak baban hırsını almış, kapıyı çarpıp çıktığında
mutfağa gider, için için ağlardı anan bir yandan yemek yaparken. Sense, yan odada
anneni kurtaracak bir şey yapamamanın ezikliğiyle ağlardın ananla birlikte sinip
kaldığın duvar dibinde. Baban ananın üstüne “kocadın artık sen, bana karılık edecek”
diyerek genç bir kuma getirdiğinde ananın gözlerine çöken hüzün bıçak gibi
saplanmıştı yüreğine. Üvey annenin babanın korkusundan sünepeleşip kendine
benzemesinden sonra azıcık silinmişti ananın gözlerindeki hüzün. Hoş, kumayı da
az dövmemişti baban “ele güne rezil ettin beni, yağız bir evlat veremedin kucağı-
ma” diye diye ama senin pek umurun olmamıştı. Sokak sağa doğru kıvrılıyor. Işık
yok, insan yok, ıssız. İyi. Devam ediyorsun yürümeye. Ana caddenin gürültüsü
artık hiç gelmiyor. Adamın haykırışları, kadının çığlıkları da geride kaldı. Otobüse
binerken her şeyi köyde, geride bıraktığın gibi… Dayıoğlu demişti, bir gelişinde,
“gel İstanbul’a, sana da iş buluruz inşaatlarda. Koca şehir; herkese ekmek var.
Zaten kimse kimseye karışmıyor, herkes kendi derdinde” diye. Yazmıştın aklına.
Baban, kız kardeşin Hatçe’nin bir sevdiği olduğunu öğrenince bunun bir namus
meselesi olduğunu, kızı amcaoğlu Halil’e söz verdiğini ve senden kızı dövüp yola
getirmeni istediğinde yapamamıştın istediğini. Kıyamamıştın Hatçe’ye. Baban da
“senden erkek mi olur?” diyerek basmıştı dayağı Hatçe’ye. Yüzü gözü kan içinde
kalmıştı Hatçe’nin. Babanın koluna asılıp “yapma, ne olur, sevmiş işte bunun nesi
kabahat” dediğinde baban gözlerinde nefretle savuruvermişti seni duvara. O an
karar vermiştin İstanbul’a gitmeye. İlk otobüse, ananın babandan sakladığı altın
bileziğini helallik alıp binmiştin, dayıoğlunun dediği gibi o koca şehirde kaybolmaya.
Dayıoğlu almıştı elinden bileziği yatacak yer ve iş bulma karşılığında ama
önemsemedin. Öyle zengin olacaksın ki bir gün, bir daha köye dönmeyecek ama
para göndereceksin ananın aslan oğlu olarak. Ziyarete gittiğinde de baban öyle
karşılayacak ki seni herkes… Yanık bir türkü sesi kesiyor hayallerini. Tümüyle
karanlık binalarda göz gezdiriyorsun sesin nereden geldiğini anlamak için. Dikkatlice
bakınca karanlıkta ateşböceği misali yanıp sönen bir cıgara ateşi. Sessizliğe
bürünmüş sokağa ağır ağır yayılıyor bu uzun hava. Senin oralardan bir türkü. Sızlıyor
için. Ara ara alevlenen kırmızı noktanın tam karşısında çömeliyorsun. Türkü
seni de yakıp geçiyor. Yanaklarının ıslandığını fark ediyorsun. Canın cıgara çekiyor.
Allah kahretsin! Aceleyle çıkarken yanına almamışsın. “Hey kardeş, sevabına bir
cıgara atıversen aşağıya” diye sesleniyorsun karanlığa, nereden çıktığını bilemediğin
cesaretine şaşarak. Bir kafa görünüyor camda. Cıgara ve kibritin kaldırıma
düşüşünü duyuyorsun. Cıgara ve kibriti elinde sallayarak “Allah razı olsun kardeş”
diye sesleniyorsun gene karanlığa. Yakıyorsun cıgarayı. Bir cıgara içimi boyunca
karşılıklı, sessizce dinliyorsun türküyü hiç tanımadığın bu adamla beraber. Gözyaş-
larını silmeye çalışıyorsun kimse görmeden. Türkü bitince adam aşağıya sesleniyor.
“Bir türkü daha?” Şaşırıyorsun. Şaşırıyor ama seviniyorsun. Kendini tamamen kaybolmuş
hissettiğin şu anda seni anlayan birinin varlığı mucize gibi geliyor. Yılbaşı
sürprizi dedikleri bu mu ola? “Koy koy, gene böyle uzun hava, varsa” diyorsun
sevinçle yukarı doğru. “Gel yukarı, kendin seç” diyor ses. Büyülenmiş gibi, hiç
düşünmeden ayağa kalkıp sesin geldiği apartmana doğru yürüyorsun. Geceyi yırtan
kısa fakat sert bir zil sesi dış kapının sana açıldığını haber veriyor. “İkinci kat, altı
numara” diyor aynı ses. Karanlıkta yavaş yavaş merdivenleri çıkıyorsun. Bir el otomata
basıyor, elektrik yanıyor. İkinci kata ulaştığında açık kapıyı görüyorsun. Kapı-
da kimse yok. Girip girmemekte tereddüt ediyorsun. “Gel gel içerdeyim” diyor aynı
ses. İçeri girdiğinde her yer karanlık, hiçbir şey görmüyorsun. Gözlerin karanlığa
alıştıkça bir kadın silueti görüyorsun. Karısının olabileceğini nasıl düşünemedin?
“Kusura bakma, yalnızsın zannetmiştim” diyorsun tedirgin. “Yalnızım, yalnızım
tıpkı senin gibi. Gel içeri, çekinme” diyor deminki erkek sesi. Kapıyı arkandan
kapatıp sese doğru ilerlerken patlamaya başlayan havai fişekler odayı biraz aydınlatıyor.
Yüzü sana dönük seni ayakta karşılamayı bekleyen kadın kıyafetleri giymiş
erkeği görüyorsun. Korkmuyorsun, şaşırmıyorsun. Yüzüne oturan gülümsemeyle
ona doğru yürüyorsun. Saat 00:00