“Kış mevsimini giderek daha sever oldum. Kemikler sıcak ister; yüreğim serin…
Gençken kertenkele gibisin derdi çevremdekiler. Şimdi kutup ayısı diyorlardır. Kilomun
da maşallahı var.
Kışları sevdiğim denli sevmem yılbaşlarını. Yılbaşı… Neden? Belki yılsonudur!
Naif bir yanım var ki, yılbaşları yaklaşırken hep aynı kartpostal manzaralar düşer
hayal dünyama. Seyrederim… Doyamam… Noel Baba’yı beklemişliğim bile oldu.
Olabilir, ne var bunda? Cebelitarık’ı aşıp Basra Körfezi’ne açılan ilk Osmanlı savaş
gemisi tayfaları, Ekvator geçilirken, bu kavramsal çizgiyi göreceğiz diye güverteye
doluşup denizin dibini iki saat gözledikten sonra… Bana çok mu!
Gerçekte çok az, belki ömrüm boyunca bir ya da iki kez yaşadım öyle kartpostal
manzaralı yılbaşı.”
O an aklına gelen bir türküyü mırıldandı:
Dert bende kare bende
Eylenmez yare bende
Yuvasız kuşlar gibi kalmışım perakende
“Amaaannn ömür dediğin perakende…
Bir zamanlar şansonlar dilimden düşmezdi. Nereden takıldı bu türkü dünden beri
dilime. Kalmışım perakende, perakendeee…
Her şey değişti, yalnızlık baki. O gün de, bugün de.
Ah keşke karısı o denli asil olmasaydı! Biraz daha sıradan biri olsaydı, biraz daha
aldatılan kadın psikolojisi takınsaydı. Hiçbiri olmadı. Ölümcül hastalığını bile kullanmadı
bize karşı. Hastalığına sığınmayacak kadar asildi. Utanç içinde kalmıştım!
Sevmek utanmak mıdır? Çok utandırdın beni aşk, çok!
Eşinin hastalığı diye bir avuntu icat ettik ayrılığa, boşanmaktan vazgeçmene.
Beni bir süre oyaladı bu avuntu. Konsolosluktan iç işleri bakanlığına tayinle yalnızlık
cehennemine yuvarlandım. Şansonları da unuttum. Bak bir satır gelmiyor aklıma.”
Hırkasının iki yakasını çekiştirdi, kollarını bileklerine kadar uzattı.
“Hırkalara sarınmayı, örgü örmeyi seviyorum… Sobanın yandığı sıcak odadan su
içmek için mutfağa gitmeye üşendiğim, soğuktan nefret ettiğim çocukluğuma ihanet
etmiş gibi duyumsuyorum kendimi.
Büyüdükçe ihanetlerim de büyüdü. Asla yapmam dediklerimin en az yüzde ellisini
-hele ki evli adamla beraber olmam- yapmışım. Ne kadar çok ihanet etmişim kendime?”
Ellerini artık yumakları biriktirdiği yün torbasına daldırdı. “Bu olmaz” diyerek geri
bıraktı. Tombala karıştırır gibi karıştırdı küçük yumak toplarını. Uyuklayan kedisine
attı bir tanesini. Kedi uyanmadı. “Sen de yaşlandın tabii.”
“Mis Mörpi ne yapıyordur şimdi? Kasabada cinayet işlenmiş midir ya da şöyle İskoç-
ya yakınlarında hayaletli bir şatoda olan bitenlere kafa yoruyor mudur? Niye bizim
kanallara da koymazlar bu yılbaşı öykülerinden… Her gün bir tane olsa… İşi gücü
o dakka bırakırım. Mesela Charles Dickens’ın “İstasyon Şefi” öyküsü. Bu bir yılbaşı
öyküsü değil; olsun, istasyona kar yağdırsalar yılbaşı öyküsü olabilir.
Ben bir istasyon şefinin ya da memurunun karısı olsaydım. İstasyonun bitişiğindeki
lojmanda yaşasaydım. Dickens’ın o öyküsünde geçen ‘Görev noktası şu ana kadar hiç
görmediğim kadar ücra ve kasvetli bir yerdeydi’ cümlesindeki gibi tenha…
Kocam işaret memuru olarak gelecek treni beklerken ben pencereden ona baksaydım;
tren hattını çevreleyen bembeyaz ağaçlar gecenin laciverdini mavileştirirken, uçuşan
karlar arasında istasyonun sarımtırak ışığı süzülseydi, billurumsu çam dalları lojmanın
epeyce uzağındaki kasaba kadınlarının simli işlemeleri gibi parlasaydı, kırık dökük
bahçe çiti, nikâh resmimizin varak çerçevesi gibi azamet saçsaydı, çitin kapıyı andıran
yüksekçe kısmına bir lambacık asıverseydim; sallandıkça soluk ışığının karlara düştü-
ğü… Düşlere, düş taneciklerine dönüştüğü… Kar meleklerinin buz yüreklileri güneşe
teslim edip ırmak suyuna kattığı, kar tanrıçasının yaz güneşi tanrısına âşık olup, bahar
tanrısına aramızı yap diye yalvardığı düşlere… Keşke…
Olmazdı ki… Her defasında kara dumanlarını homurtuyla savurarak gelen bir kara
tren, düşleri raylarda ezip geçerdi.
Son tren geçtikten sonra, kardan adam yapıp işaret levhasını da eline tutuştursaydı
kocam gülerek.
Geleni gideni olmayan, aynen Dickens’ın tarif ettiği gibi olmalıydı bizim lojman: ‘Burası
çok ıssız bir görev yeri ve yukarıdan bakarken çok dikkatimi çekti. Nadiren bir
ziyaretçi uğruyordur herhalde; arzu edilmeyen bir seyreklikte değildir umarım.’
Tren istasyonlarında kampana olur değil mi? Hiişttt sana diyorum kediciğim, sende de
bunama başladı mı yoksa? Kızıltoprak tren istasyonunda var mıydı? Kızıltoprak tren
istasyonu hâlâ var mıdır ki, kampanası olsun bunak karı!
Öykünün sonrası nasıldı? Tam olarak anımsamasam da atmosferini hiç unutmam; içinde
dolanırdım okurken. Canım öykü okumak istediğinde, dönüp dolaşıp o öykünün
bulunduğu kitaba giderdi elim; hayalet kısmına gelince ürperir, her defasında sanki
başka türlü bir sonla karşılaşacakmışım gibi merakla okurdum. Değişen bir şey olmazdı;
o zaman bir sonraki okumada farklı bir şeyler olabilir beklentisi içinde bulurdum
kendimi.
Şöyleydi ya da şuna yakın: ‘Bununla ilgili şimdiye kadar hiç hata yapmadım efendim.
Hayaletin ziliyle, gerçek olanı birbirine hiç karıştırmadım. Hayaletin çaldırdığı zilde,
başka hiçbir şeyin çıkarmadığı acayip bir titreşim oluyor. Zilin titreşimlerinin gözle
görüldüğünü iddia etmedim. Onu duymadığınıza da şaşırmıyorum. Ama ben duydum.
– Peki siz dışarıya baktığınızda hayalet orada mıydı?
– ORADAYDI.’
Dickens’ın yılbaşı öyküleri de vardır, olmaz mı? Huysuz, cimri Ebezener’in çizgi
filmlerini kaç kez seyrettim; olsa da seyretsem…

Eşe dosta yılbaşı hediyesi almak lazım. Kırmızı don alırım birer tane. Yoktu eskiden
bizim millette böyle âdetler. Yurtdışından gönderilen bir yılbaşı armağanı paketinden
çıkan kırmızı saten dona, donakalmıştık, ne demek şimdi bu diye; ne ima ediyordu?
Tövbe tövbe… Birkaç yıla aydınlandık, bize iyi dileklerde bulunduklarını anladık.”
Elini tekrar yün topakları arasına daldırdı. Bir tane kırmızı yumak geldi eline. “En iyisi
ben kırmızı don öreyim, sıcak da tutar, bu yaştan sonra kırmızı dantel donu kim giysin,
romatizmaları azdıracaksın, kendime de öreyim bir tane. Yok ama, iyice bunağa bağ-
ladın Nilgün… El örgüsü don, olacak şey mi!… Buldum! eldiven öreyim.”
Koltukta uyuklayan yaşlı kedisine döndü; “Bak saat beş olmadan hava karardı. Kış
böyle işte.”