“Her şeyde bir çatlak vardır,

ışık da oradan sızar gelir”

Leonard Cohen

 

Sırt çantam ve elimde şemsiyeyle durağa koştum.. Otobüs birkaç dakika önce kalkmıştı ve otuz beş dakika sonra geleceği yazıyordu panoda. Gökyüzü kapalı ve gri renkte, sokaklarsa tenha gözüküyordu. Sırt çantamdan kitabı çıkartarak “geceden geceye otobüsü kaçıran adam” öyküsünü okumaya başladım. Dışarda olmama rağmen öykünün anlattığı evrenin içine girivermiştim. Öyküde, gideceği o güzelim sahile, Sazandere’ye hareket edecek otobüsü sürekli kaçıran bir adamı anlatıyordu hayran olduğum yazar. Ah hadi, artık şu otobüsü bu akşam yakalasın bu adam diyerek ıstırap ve merak içinde sayfaları çeviriyordum. Ama adam kan ter içinde koşuyor, yetişemiyor, hatta geceden gittiği otogarda, otobüsün başında bekliyor, heyhat bu kez de o otobüsün aslında Sazandere’ye gitmediğini öğreniyordu. Sazandere aslında yoktu ama yazar bizi olduğuna inandırmıştı. Ütopyaya gidilebilir miydi? Oraya gidip kahramanla beraber sessiz kumsala uzanıp tadını çıkarmak için deli olmuştum. Lütfen sayın yazar, kahraman oraya ulaşsın! Otobüsü mü dedim? Otobüsü kaçıran bendim!

Öykünün adı “geceden geceye arabayı kaçıran adam”. Panoda otuz beş dakika durmadan çoğalıyordu. Otuz sekiz, kırk. Dakikalar durmadan atıyor ve otobüsün gelmesi gecikiyordu. Bir an önce merakla sonuna ulaşmak istediğim öykü ise bitmiş, ama geride beni büyük bir boşluk duygusunun hüznüyle bırakmıştı. Nihayet otobüs durağa yanaştı. Atladım. Şoföre günaydın dedim, şoförde tık yoktu. Çünkü aslında şoför yoktu. Şoförlerin uğradığı saldırılardan sonra hükümet, önlem alarak akıllı otobüsler yaptırmıştı dünya şirketlerine. Şoför mahallindeki robotlarla bu iş hallediliyordu. Aslında artık insanların yapması gereken çoğu iş akıllı robotlarla yapılıyordu. Ben de pis pis sırıtarak dalga geçtim bu durumla. Öyküdeki yerin adını söyledim. “Sazandere’ye gider mi?” Robottan birkaç uyarı ışığı ve ikaz lambası yanınca uzatmadan arkaya doğru ikiledim. Otobüs içinde birbiriyle konuşmak yasak olduğundan (bu da otobüslerdeki şiddeti önlemek için bir başka uygulamaydı) yolcular ellerindeki telefon ekranıyla meşguldü. Çantamdan kitabı çıkarttığım anda kafalar bir anda bana dönüp baktı. Tanrım elimde kitapla kalakalmıştım. Başka bir yasak da toplu yerlerde kitap okuma yasağıydı! Yanınızdaki bir başkası, okuduğunuz kitaptan, başlığından, isminden, renginden, yazarından rahatsız olabilirdi, bu yüzden çıkan kavgalar nedeniyle kamusal alanda kendi kitabınızı göstere göstere okumak yasaklanmıştı. Bir sonraki durakta muhafızlar tarafından kitabım elimden alınacaktı. Demokrasimiz çok gelişkin olduğundan her türlü kitabın basımı ve dağıtımı serbestti. Bu anlamda bir yasak yoktu. Dediğim gibi sorun evinizin dışıydı.

Ama durun, asıl sorun kitap değildi sanırım. Çünkü içerdekilere bakarken jetonum düştü. Bugün cumaydı, cuma bizim toplumsal yas günümüz. O gün yine evdekilere karışılmaz ancak sokağa çıkan her birey siyah giyinirdi. Pantolon ya da elbise ne olursa. Siyah olsun da. Siyah kotum, gri yağmurluğum yasağa uygundu tamam da ayakkabılarımdaki kırmızı bağcıklar işi sulandırıyordu! Ayaklarımı yavaşça geriye doğru çektim. Ancak yanımdaki yaşlı kadının bakışları da ayaklarımı koltuğun altına kadar takip etmekten geri durmadı. Ah bu meraklı kadınlar! Parmağımı dudaklarıma kadar götürüp hişt dedim. Kadın kafasını çevirdi, ekranı seyretmeye devam etti. Neyse ki benimle başka ilgilenen olmamıştı. Başkalarının işine fazla burnunuzu uzatmanın sakıncalı olduğu günlerdi çünkü. Herkesin tersine ekranı değil yolu seyretmeye koyuldum. İzlediklerimizde, yani toplu taşıma araçlarındaki, istasyonlardaki, yol kenarlarında, meydanlarda dev ekranlarda gösterilenlerde hipnotik bir tema olduğunu biliyordum. Kendimi korumak için kamusal ekranlara uzun süre bakmıyordum. Evimde de aynı şekilde davranıyordum. Bunu başarabilen kaç kişi vardı bilmiyorum ama şimdilik böyle yapmam gerektiği düşüncesine delice saplanmıştım. Bir gün nasıl olsa başkalarına da rastlayacaktım. Ekranlardan, hipnozdan, yalanlardan kendini kurtarabilmiş kadın ve erkeklere.

Zaten dışarı çıkmam bunun için değil miydi? Yoksa evimde istediğim kitabı okuyup, istediğim kıyafeti giyip, istediğim kadar kahkaha atıp (kamusal alanda bu da yasaktı) oturma özgürlüğüm vardı. Kamuya çalışmadığım serbest saatlerde (bu oldukça azdı) sokaklara çıkıyor, yollara düşüyor, arıyordum. Bana benzer birini, arıyordum. Dev ekranlardan gözünü kaçırarak yollara bakan, cuma günü siyah kıyafetleri içindeyken cebine kırmızı mendiller tıkıştıran, çantasının içinden gizliden gizliye kitabını okuyan. Yoktular. Bana benzeyenler çoktan gitmişti. Ben gidememiştim. Otobüs ekranından adım anons edilince indim. Bu benim bugünkü iş mekânımdı.

Ünlü kulemize açılan sokaklardan birine bırakılmıştım. Henüz saatin dolmasına zaman vardı. Kuleye açılan sokaklarda dolaşmaya başladım. Sebebi sadece rüzgârdı. Rüzgârlı havalarda yürümeyi bazen onunla kol kola bazen ona rağmen yürümeyi öyle seviyorum ki. Başladım rüzgârı koynuma alıp dolaşmaya. Sanırım bugün gelişecek olayların sorumlusu da buydu. Öyle tatlı bir lodos esiyordu ki. Kuleyi merkez alan sokaklarda daireler çizmeye başlamıştım. Bugünkü görevin kule bekçiliği olduğunu hatırlamıştım. Bu birbirine benzeyen dar, taş sokaklarda kaybolmak isteyerek yürüyordum. Sonunda kuledeki devasa gong çalmaya başladı. On ikinci çalışta kuleye varmam gerekiyordu. Ben de delice koşmaya başladım. Kulenin sivri burçlarını görüyor ama ona doğru yaklaştığımı sandıkça kayboluyordum. Gong nihayet on ikinciyi de çalarak durdu. Bitti. Bir anda durdum, koşmayı, çabalamayı bırakarak etrafıma baktım. Ne olabilirdi ki?

O sırada yanımdaki evden çıkan iki muhafız koluma girip beni ortalarına aldılar, kuleye doğru yürümeye başladık. Muhafız dediysem de üstlerinde herhangi bir silah filan yoktu, ama garip şekilde onlarla birlikte hareket etmeye zorunlu hissediyordum kendimi. Sanırım o ikisinin bugünkü görevi de kule kaçaklarını yakalamaktı. İtaat ederek sessizce onları takip ettim.

Nihayet kule kapısına ulaştık. Muhafızlar demirden kilitli kapıyı açtılar, ben adımımı atınca da kapıyı üzerime kilitleyerek yerlerine döndüler. Demek sıra bana gelmişti. Az önce koyun koyuna olduğum rüzgâr, kulenin içinde ıslıklar öttüren garip bir canavara dönüşmüştü. Taş merdivenler ve dokunduğum duvarlar üşümemi, kulenin içinde ıslık çalarak dolaşan rüzgârsa korkumu artırmıştı. Temkinli adımlarla, bir insanın sığacağı döner merdivenlerden yukarı doğru tırmanmaya başladım. Henüz kulede benden başka kimse olup olmadığını bilmiyordum. Kaç basamak çıkmam gerektiğini bilmiyordum. Bazen oturuyor, yukarı çıkmak yerine tekrar aşağı inmeye başlasam ne olur sanki diye düşünmeye başlıyordum. Hatta iniyordum. Neden sonra tekrar vazgeçip tırmanışa geçiyordum. Dakikalar, belki saatler geçmişti. Yorulduğumda taş basamaklara oturuyor, kurumuş dudaklarımı ıslatıyordum. Çantamdaki su da tükenmişti. Bir ara ne yukarı ne aşağı inme çabasında olmak yerine olduğum yere çöktüm. Bana bir şeyler yaptıran bir güçle kendi eylem seçimlerim arasındaki gerilimi yaşıyordum. Ama ne özgürce seçtiğimi sandığım eylem, ne de itaat ettiğim, sonucu değiştirmiyordu. Oyun aynı oyundu, kazanan da ben değil, sadece bir piyondu. Beni tırmanmaya tekrar zorladı. Yeniden tırmanışa geçtim. Ne olacaktı, işin sonu nereye varacaktı artık onu merak ettiğimden kendimi olacaklara bıraktım.

Kule tepesinde bulunan terasa ulaştım. Martılar çığlık çığlığa tepemden geçiyordu. Benim için bırakılan suyu içtim, kıyafetlerimi değiştirdim. Baştan aşağı beyaz bir tulum. Her gün birinin bunu yapması gerekiyordu. Kendini kuleden aşağı atması. Bir gün bile bu rutin bozulamayacağından gönüllü intiharcılar listesi oluşturulmuştu yıllardır. İşleri robotlar yapınca insanlara da böyle işler icat edilmişti. Benim gibiler gittiğinde beş yıl önce başvurmuş, en azından işin parasını beş yıldır aldığımdan rahatça bir yaşam sürmüştüm. Sonuçta sıram on yıl sonra da gelebilirdi. Benim gibiler gittiğinde. Aslında başvurduğumu bile unutmuştum. Demek bugün benim sıram gelmişti. Gong tekrar çaldığında bu işin bitmesi gerekiyordu. Bu kadar basitti.

Terası çevreleyen duvarların etrafında gezindim. Yer yer çatlamış duvarların dibine gelip aşağı baktım. Sonra gökyüzüne. Rüzgâr hadi der gibi içime esiyordu. Gongu beklemedim bile, son oyunumu yaptım. Kendimi hayata doğru bıraktım…