Rüzgâr şişeyi yuvarladığında sokağına dönmüştü. Gece yarısını geçiyordu. Bir an için gündüz gibi aydınlandı ortalık. Sonra şimşeğin korkunç sesi sokağı kalın bir battaniye gibi örttü. Apartmanlardan birinin üst katından parıltılı bir nesne düştü müzik evinin tentesine. Tenteden çöp konteynerine sekti, oradan kaldırıma. Ayaklarına çarpınca fark etti. Düşen bir şişeydi. Ceketinin yakasını kaldırmış, köşe başındaki Sıhhat Eczanesi’nin önünde yürüyordu şişeyi gördüğünde. Yağmur henüz başlamamıştı. Piyanosunun başında salınan kadın gibi ağaç gövdeleri şiddetli rüzgârın önünde eğiliyordu. Bardan önce gitmişti resitale. Piyanist kadın, omuzlarından yukarı kaldırdığı ellerinin açık parmaklarını ışıldayan tuşlara vuruyordu. Ayaklarının dibinde bir buçuk tur döndü şişe. Ağzı çöp torbalarını gösterdi. Torbalardan sızmış karanlık su birikintisi vitrinin loş ışığını yansıtıyordu. Şişenin rengi, rüzgârın önünde koşan dalgaların getirdiği yosunlar gibiydi. Yeşildi. Yosun yeşili. Haylaz çocuklar gibi sahilde ne varsa ıslatıp kaçan dalgaların bıraktığı yosunlar arasında deniz kabuklarını toplardı çocukluğunda. Kabukları, diğerleri gibi kulağına dayar, denizden gelen sesleri dinlerdi. Bazen o, bazen öteki çocuklar gizemli sesler duyardı. Bazen duydukları seslerin gizemli olduğunu hayal ederlerdi. Eğildi. Vitrin ışıltısı altındaki şişeyi aldı. İnce boğazından aşağıya indikçe genişleyen, şişman gövdesinde başparmağın oturacağı belirsiz basıklık ilişti gözüne. Doğrulurken rüzgârın şiddetiyle sendeledi. Kaldırıma oturdu sonra. Sırtını ağaca dayadı. Yarısı şişenin içine gömülmüş mantarı çekti. Çıkaramadı. Mantara saplanmış ince bir tel ilişti gözüne. Oynatmaya çalıştı. Bu kez orta yerinden kırıldı mantar. Çakısındaki şarap açacağını denedi. “Flap” sesi uzun zaman önce yitirdiği gülümsemeyi çağırdı yüzüne. Şişeden buz rengi bir buğu yükseldi. Hafif bir S çizdi buğu. Kokladı. Tanıdık değildi koku. Bir ses duydu bu sırada. Derinlerden geliyordu. Emin olamadı duyduğundan. İnlemeyi andırıyordu. Acı içindeki bir insanın sesine benzetti. Karşıda, Cadenza* Müzik Evi’nin piyano biçimli levhası, tentenin altında gıcırdayarak çırpınıyordu. Rüzgâr kızgın bir boğa gibi önüne kattığını sürüklüyordu. Çöplerin yanındaki konserve kutusuna iri bir yaprak düştü. Kutu kaldırım boyunca tıngırtılarla yuvarlandı. Şişeyi kulağına doğru tuttu. Az önceki inleme uğultuya dönüşmüştü. Uğultunun rüzgârdan mı, yoksa şişeden mi geldiğini ayırt edemedi. Rüzgârla birbirine geçmiş sesler yavaş yavaş yok oluyordu. Uğultu, inlemeye, inleme yankılı mırıltılara dönüştü. Mırıltılar, yankılar süzgeçten geçiyormuş gibi giderek durulaştı. Sonunda yok oldu. Duyuyordu şimdi. Ama duydukları yabancıydı. Bu garip yabancı dilin sözcükleri bir an sonra anlaşılır duruma geldi. Şişenin ağzını, eczanenin önünde etekleri uçuşan bir karartı belirdiği sırada, daha çok yaklaştırdı kulağına.

“Kulağına bir şey söyleyeyim: Topunu cepheye süreceksin bunların.”

“…”

“Asansör yine mi meşgul?”

“Siz miydiniz? Birazdan gelir. Anlamadım.”

“Anlamadığını anladım. Diyorum ki, ülkelerinde kalıp savaşmak yerine, burada keyif sürüyor bu şerefsizler. Savaştan kaçana acımayacaksın!”

“Dün söylemiştiniz.”

“Söylerim. Adım atacak yer kalmadı memlekette. Yanış anlama. Sözüm sana değil. Bunların erkeklerine.”

“…”

“Neyse, sen ne söylüyorum, demiştin?”

“Dememiştim.”

“Geçen gün yahu, çalgı mı çalıyorum demiştin yoksa?”

“Piyano, piyano onarıyorum aslında. Eski piyanolar. Eh, çalıyorum biraz da, küçük resitaller…”

“Bak, hem de kadın başına! Valla bravo! Yanlış anlama, hani ötekiler gibi şey yapmıyorsun. Devlete de el açmıyorsun. Ne güzel! Bak benim parmaklarıma!”

“…”

“Çalışmaktan böyle iri iri.”

“…”

“Ben de seni şey sanıyordum. Şarkıcı filan.”

“Üçüncü kattı değil mi? Buyurun, siz geçin lütfen.”

“Yok, son kata bas, senin daireye çıkalım. Rahatsız etmezsek tabii.”

“Rica ederim de…”

“Bir şeyler çalarsın diye canım, yoksa yanlış anlama. Evini merak ettiğimden değil.”

“Şarkıcı değilim. Yani, şu sıra onardığım piyano yok. Aslında bir…  bir tane var ama… kendim için. Hazır değil.”

“Hah işte, onu gösterirsin. Ama kahvem yok diyorsan, mesele değil.”

“Peki, göstereyim. Önemsiz bir şey. Geldik işte.”

“Seni o korkaklarla bir tutmuyorum. Kusura bakma. Ne çok anahtarın var?”

“Şöyle oturun. Odaya bakmak isterseniz çekinmeyin. Yağmurluğumuzu şuraya asalım. Makası piyanonun üstüne, şişeyi de yanına, oldu. Kahve?”

“Şekerli. Bu zımbırtı nedir?”

“Musluğun sesinden duyamıyorum sizi.”

“Çantasından çıkan şişeler, tuhaf âletler. Aslında fena parça değil afet. Bakalım ne halt karıştırıyor.”

“Kahveniz! Bir şey dediniz, duyamadım.”

“Oh! Şekeri sevdiğim gibi. Güzel. Bunu güzel bir kadının elinden içmek, yanlış anlama, cennete bir adım yaklaşmak gibi, hani doğrudan giriş kapısına. Boş şişenin yanındakini diyordum.”

“O mu, puro şeysi.”

“Az önce üstüne şişe koyduğun piyano o mu? Koleksiyon dediğin. Çalsana.”

“Evet, bu koleksiyonum sayılır. Aşağıdaki Cadenza’dan aldım. Basit bir iskeletti aldığımda. Kasanın ahşaplarını, kapağı-dönüştürülen tarihi bir ev kapısı-, tellerini, keçe kaplı çekiçlerini, pedallarını topladım. Birleştirdim. Tuşlarını yaptım. Ete kemiğe büründü. Şu iki tuşu yaptığımda tamamlanacak. Bilmem ki, bu durumda çalabilir miyim? Deneyeyim. Artık kusura bakmayın… Ah, kahveyi gerçekten beğendiniz mi?”

“Güzel güzel. Eline sağlık, müzik de. Neydi çaldığın?”

“El amor y la muerte.”

“El aman ne?”

“Aşk ve… ölüm. Tuşları eksik olduğu için –seksen altı tane var- tanıyamamış olabilirsiniz.”

“Ecnebi müziklerden anlamam. Ama zararı yok. Biraz baş ağrısı, baş dönmesi gibi bir şey başladı bende.”

“Sevmediniz çaldığım parçayı. Ondan sanırım.”

“Yok, değil. Biraz hareket edince geçer. Burası yatak odası mı?”

 “A, açmayın, açmayın lütfen o kapıyı.”

“Allah, Allah! Bunlar ne lan böyle?”

“Keşke açmasaydınız… Görüyorsunuz, şişe biriktiriyorum.”

“Bir oda dolusu! Alkolik misin yoksa? Çantasında, şişeyi niye taşır insan?”

“Otur. Yani oturun lütfen.”

“Başım geçmedi. Dur bakayım.”

“Evet öğrendiniz. Kırk üç şişe. Koleksiyonumun bir parçası bunlar. Piyanonun tamamlayıcısı.”

“Bak hele! Meraklandım. Şimdi oturup soluklanayım biraz.”

“Bu iyi oldu.”

“Oturmam mı?”

“Kahvenizi bitirmeniz, oturmanız da. Piyanomu anlatmıştım. Her parçası elimden geçti. Ama en değerli parçaları tuşları. Henüz tamamlanmayan… Taktığım her tuşun öyküsü var. Kaydettim. Sesli. Kayıtlar piyanonun bir tür sesli oluş tarihi.”

“Anlamadım.”

“Günümüzde birler, sıfırlar biçiminde sayısal olarak yapılan ses kaydı eskiden analog olarak yapılıyordu. Plaklarla falan. Yani sesin mekanik olarak depolanmasından söz ediyorum. Edison’a kadar gidiyor bu iş. Bunlar önemsiz ayrıntılar. Benim yaptığım bunların dışında sesi bizzat kendisi olarak depolamak. Bunu gerçekleştirmek için piyanoyla başladım. İlk ve değerli koleksiyonumla. Daha açık konuşalım: Piyano tuşlarının öyküleriyle. Öyküler işte bu şişelerde!”

“Hiç anlamadım.”

“Hiç şaşırmadım.”

“Dur, ben bir tanesini alıp yakından bakayım. Allah Allah! Fakat? Ayaklarım, ayaklarım yok gibi. Kıpırdatamıyorum.”

“Yormayın kendinizi. Kalkamayacaksınız.”

“Ne… Ne diyorsun lan?”

“Anlamadınız. Biliyorum. Ben de bitirmedim. Yaptığım şey, ses dalgalarının nesnelerin titreşimiyle yayılabilmesi kuralından yararlanmaktı. Havanın, suyun ya da katı nesnelerin olmadığı yerde ses yayılmıyor. Uzayda yani boşlukta böyledir. Dalgalar yayılamıyorsa onu fiziksel olarak depolamışsınız demektir. Bu piyanonun üstüne koyduğum şişedeki gibi. İçindeki hava boşaltıldı. Boşalttım. Mantarına gömülmüş telin diğer ucundaki elektrik… Neyse. Özetle piyanonun üstündeki bu son şişe. Şöyle yakından görmen için pencereye koyalım.”

“…”

“Evet, sen -sen diyorum artık- başın hâlâ dönüyor mu? Dönmesi gerek. Pencereyi açalım. Hava biraz rüzgârlı mı? Artık yürüyemiyorsun. Siz, göçmen olmayanlar, nasıl diyordunuz, kahvenin hikmeti!”

“….”

“Unutuyordum, piyanonun bütün tuşları kemikten yapıldı. Parmak kemiği. İri başparmak. Kırk üç kişi oldu şimdiye kadar. Bilmek istersin belki, sigara ya da puro kullanmıyorum. Şişenin yanındaki puro makasını merak etmiştin. Ellerini uzatmana yardım edeyim. İyi böyle. Eh, acı duyacaksın. Biraz. Ama olmadı, titriyorsun. Son iki tuşun hikâyesini de penceredeki bu şişeye depolayacağım. Küçük bir kemik çıtırtısı! Aman yarabbi! Rüzgâr, şişe…”     

(*) Latince “düşmek” anlamına gelen “cadere” sözcüğünden.