“Oğlum, kaç kere söylencem sana ha! Daha kaç kere? Bırak şu mereti artık da
derslerine bak biraz… Şimdi damlar baban. Sonra ayıkla pirincin taşını!”
“Tamam, anne ya, tamam!”
“Ne tamamı ya? Neymiş tamam? Hala tıngırdatıyorsun!”
“Valla anne ya, tamam! Bak işte, bu son parça.”
“Son parçaymış! Söyle bakalım kaç soru çözdün bugün sen ha, kaç? Hala şu meretle
oynuyorsun.
“La, la, la…”
“Ha, demek öyle! Peki, o zaman; ne halin varsa gör! Benden bu kadar! Aranızda tost
olmaktan bıktım, usandım, artık!”
“Si, si, si…”
“Bak demedi deme, son kez ne söylemişti baban? ‘Bir daha elinde görürsem,
kafanda paralarım o mereti…’ d’il mi? Ona göre, dedi ve odayı hışımla terk etti.
Korcan’sa aynen devam etti. Bütün dikkati nota sehpasındaki sayfadaydı.
“Kahretsin ya, bir şurasını çıkartamadım, gitti!” diye söyleniyordu. Bir daha denedi. O
sırada aşağıdan zil sesi geldi. Babasıydı. Annesinin sesini hayal meyal duyar gibi
oldu,
“Korcannnnn, baban geldi.”
Notalara öylesine dalmıştı ki babasını unutup gitti. Bir daha denedi. Bir daha, bir
daha; do, si, la, mi, fa, sol… Ve nihayet olmuştu.
“Yuppiii!!!” diyerek yerinden fırladı. Gitarını zaferle havada sallıyordu ki aniden
elinden uçup gidiverdiğini gördü. Süratle ardına dönüp baktığında iş işten geçmişti
çoktan. Babası gitarı kaptığı gibi soluğu merdivenlerde almış, koşarak iniyordu
adeta… Hemen arkasından seğirtti,
“Lütfen baba, ver onu bana, ver!” diye seslendi ama dinleyen yoktu.
Babası öfkeden deliye dönmüştü.
“Ben sana ne dedim, ha? Ne dedim ben sana?” diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu.
Korcan yetişip gitarı kurtarmak istedi ama nafile. Babası öyle bir çekiş çekti ki, elleri
paralandı. Acı içinde,
“Ahhh!!!” diye kıvranırken babası dönüp bakmadı bile. Doğruca girişe yöneldi. Kapıyı
hırsla çekip açtığı gibi bahçeye fırladı. Burnundan soluyordu. Süratle etrafına bakındı.
Hedef tam karşıdaydı. Küreği kaptığı gibi yere fırlattığı gitara Allah ne verdiyse
indirmeye başladı.
Vurdukça, vuruyor, sanki onca yıllık öfkesi, kürek gitara indikçe akıp gidiyordu. Zavallı
gitar, bedenine inen darbelerle, garip garip, sanki inleyen sesler çıkarıyordu. Korcan
bahçeye yetiştiğinde iş bitmiş, gitar Hakk’a yürümüştü bile.
“Allah seni kahretsin, manyak herif!” diye boğazı yırtılırcasına bağırdı. Annesi zor
zapt ediyordu.
Babası gitarın işini bitirince muzaffer bir komutan edasıyla eve yöneldi. Yanından
geçerken Korcan’a buz gibi bir bakış fırlattı, tek söz dahi etmeden. Ben sana
dememiş miydim, dercesine gözleriyle delip geçti oğlunu adeta. Gidince gitarının
başına koştu hemen… Manzara korkunçtu. Tek kalan hatıra yamuk yumuk telleriydi.
Elinin acısına aldırmadan, yerinden fırlayan telleri dikkatlice söküp, toparladı. Özenle
ceplerine yerleştirdi. Annesi, kapıda,
“Ah be oğlum, ah, dinlemedin beni…” diye söyleniyordu.
Nihayet beklenen gün gelip çattı. Korcan üniversite sınavına girdi. İyi de bir sonuç
bekliyordu. Ancak yüzünden düşen bin parçaydı. Kalbi, çatlamış da kırılamamış
camlar gibi kırık izlerle doluydu. Hala annesine yalvarıyordu ama nafile, dinleyen
yoktu. Ne olurdu sanki sınava girip çıkmıştı işte, üstelik başarılı da geçmişti.
Konservatuvar sınavına daha bir ay vardı. Koca bir ay! Sadece bir gitar istiyordu, o
kadar!
Annesi,
“Delirdin mi sen?” demişti. “Yaşadıklarımızdan sonra! En son kafanı da kırdıracaksın,
olup bitecek. Sen felaket, ben Karacaahmet!” deyip duruyordu.
“Anne yalvarıyorum sana ya, yalvarıyorum, anlamıyor musun beni? Valla bak,
sadece babam yokken çalışırım. Odama saklarım. Hem nereden bilecek ki, sen
söylemezsen.” diye ne kadar dil döktüyse de Ayşe Hanım hiç oralı olmadı. Kadın,
korkmuştu bir kere. Nuh dedi, peygamber demedi, hele gitar hiç demedi.
Zaman hızla akıp geçiyor, sınav günü git gide yaklaşıyordu. Kala, kala beş günü
vardı. Kimsenin haberi olmadan kaydını yaptırmıştı. Ama iş kayıtla bitmiyordu ki.
Sınavda ne halt edecekti? Süratle çalışması gerekiyordu. Lakin nafile… Bütün
çabaları boşunaydı… Hoş kazansa da ne olacaktı ki? Orası da meçhuldü ama
olsundu işte, onu da o zaman düşünürdü, elbette…
Kafası yanmıştı artık! Sıkıntıyla kalktı. Derin, derin iç geçirdi. Odayı şöyle bir
arşınladı. Cama yaklaştı. Dışarısını görmek biraz sıkıntısı alır belki diye umuyordu.
Sürekli,
“Mutlaka bir yolu olmalı, mutlaka!” diye düşünüp duruyordu kendi kendine… “Ama
ne? Ne, ne?” Kocaman bir soru işaretiydi.
O sırada alt kattan, derinlerden, mutfaktaki radyoydu herhalde, bir melodi çalındı
kulağına. Zaten nerede olsa, gelip bulurdu “müzik” denen o büyülü ses kulağını…
Dikkat kesildi:
Takalar geçiyor allı yeşilli
Takalar geçiyor dümenleri lâzlı
Takalar geçiyor en nazlı
Yelkenlilerden de güzel
“Takalar geçiyor allı yeşilli” sözleri beyninde bir ışık yaktı adeta. Kelimeler durmadan
kafasının içinde dolanıyor, dalga dalga bütün bedenine yayılıyordu. Aniden fırladı,
tabii ya, neden olmasındı? “Buldum, buldum!” diye bağırdı sessiz çığlıklarla. Doğruca
köşedeki mavi dolaba koştu; kıyıp da atamadığı, çocukluk anılarının sandığı gibi
sakladığı dolaba… Kapakları hızla açıp, içine gömüldü. Eline geleni tutup atıyordu.
Nihayet aradığını buldu. Kutu tam karşısındaydı. Kaptığı gibi çekip çıkardı.
Yatağın üzeri rengârenk Legolarla dolmuştu. Hızla aradığı parçaları buluyor, sevinçle
birbirine ekliyordu. Bir saatlik yoğun çalışma sonucunda istediğini elde etti. Günler
sonra ilk defa yüzü gülüyordu. Çektiği ıstırap sona ermişti sanki. “Neden daha önce
düşünemedim ben bunu, neden?” diye hayıflanıyordu. “Takalar!” dedi, “Takalar
tabii!”. Birden aklına teller geldi. Nereye saklamıştı acaba? Başucundaki çekmeceyi
açınca, göz kırpıyorlardı orada… Hemen aldı, özenle gerdi her birini… İşte şimdi,
büyük finale hazırdı.
Taburesini çekti. Nota sehpasını ayarladı ve akort etmişçesine başladı çalıp
söylemeye. Bir eliyle tellere basıyor, diğeriyle dokunuyormuşçasına çalıyordu üstten
üstten. Bu gitarın sesi yoktu elbet ama ne gam! Müzik zaten beyninde, ruhunda, her
bir hücresinde ayrı ayrı çalıyordu.
“Eee!!! Bundan iyisi Şam’da kayısı!” dedi. Parmaklarını kafasındaki müziğe
uydurunca, “Al sana provanın alası!” diye gülümsedi. Kimseler duymuyordu, gerek de
yoktu zaten. Yeter ki o duysundu.
İlham perisinin şerefine ilk parçası Takalar’dı ama uyarlamalı…
Legolar geliyor allı yeşilli
Legolar geliyor pullu yeşilli
Legolar geliyor endamlı
Telli telli pek güzel
“Oh be!” dedi. Sonunda olmuştu. Gitarının sesinden gayet memnundu, kendinden
de… Hem, ne güzel akort derdi de yoktu. Elleri tellerin üzerinde uçar gibi gezindi
durdu gün boyu…
Sınav günü sabah erkenden kalktı. Notalarını hazırladı. Taburesine kurulup son bir
kez çalışıyordu ki annesi seslendi.
“Hadi gel artık, kahvaltı hazır…” diyordu. Neşeyle doğruldu, şimdi gidebilirdi.
Muzaffer bir komutan edasıyla mutfaktan içeri girdiğinde hala “Legolar” parçasını
mırıldanıyordu. Annesi şaşkınlıkla
“Evladım yine mi?” der gibi yüzüne baktı. Devam edince, “Olanları unuttun galiba.”
diye hatırlattı, “Kes artık şu zırıltıyı, baban gelecek şimdi. Gitar da gittiğine göre
kırılacak bir kafan kaldı, ama kafasız da üniversiteye gidilmiyor ki” diye söylenince,
Korcan cevabı yapıştırdı.
“Yeteneksiz de konservatuvara” derken gülümsüyordu.
“Efendim, ne dedin sen, ne dedin?”
“Yok, bir şey annecim, yumurta ne güzel koktu, olduysa lüpleteyim dedim.”
“Ha, tamam, al tabii, al” dedi annesi.
Korcan, sınav kapısında beklerken heyecan içindeydi. Sıra ona gelip çattığında, her
yanı titreyerek içeri girdi. Bayılacak gibiydi… Kendisini toparlamaya çalıştı.
“Hadi, oğlum, hadi bugün senin zafer günün…” diyordu sürekli kendisine. Allahtan
önce girenlerden biri gitarını ödünç vermiş, hatta bir prova bile geçmişti. Notalarını
çıkardı, özenle yerleştirdi. Derin bir nefes alarak, çalmaya başladı. Neyi mi? Uğurlu
şarkısını elbette! Bittiğinde başından aşağı kova boşaltmışlardı sanki! Kan ter içinde
kalmıştı.
Başını yavaşça kaldırıp, korkarak jüriye baktı. Rahatladı… Değişik bir gülümseme
vardı yüzlerde… Jüri başkanı,
“Aferin oğlum! Bu parçayı çok severiz. Rahmetli Ecevit de duyabilseydi eminim o da
çok beğenirdi” deyince, Korcan şaşkınlıkla sordu:
“Yani?”
“Yanisi mi var evladım, kazandın işte” dendiğini hayal meyal duyar gibi oldu. Gözleri
karardı, salon başında fır fır dönüyordu. Kalkmaya çalıştı ama boşunaydı. Son anda
yavaşça yere doğru süzüldüğünü hatırlıyordu.
Gözlerini açtığında bembeyaz bir odada, yataktaydı. Bir ses geldi kulağına,
“Koş bey koş, gözlerini açıyor.” diyordu heyecanla. Başını çevirdi. Kireç gibi yüzleriyle
anne-babası duruyordu yan yana. Göz göze geldiler. Ayşe Hanım kocasının
konuşmasına fırsat vermeden atladı: “Tebrik ederiz yavrum, sınavı kazanmışsın.
Hem de üstün başarıyla. Yalnız doktor iyice dinlensin dedi. Aşırı stres yaramamış,
sana. Hadi bakalım şu çorbadan içelim biraz. Hemen kendine gelirsin” dediğinde,
babası özür diler gibi elini tutuyordu.
Misss gibi bir çorba kokusu geldi burnuna, hem de en sevdiğindendi…