Yaşadığım kentte hiçbir şey beni şaşırtmıyordu artık. “Virginia Woolf Emlak’tan Kiralık” ilanını görünce apışıp kalmıştım! Gazete almıyordum, internetten takip ettiğim bir sitede görmüştüm ilanı. Allah Allah demiştim… Bir daha bakmıştım, belki harfleri yanlış okuyup kafamdaki isme gönderme yapmış olabilirdim; ama yanıldığım falan yoktu.

Günlük işlerime döndüm. Kafam öyle doluydu ki, ilanı unuttum. Akşama doğru, günün benim açımdan ilk ve son molası geldiğinde kafama çakıldı ilan! Boş verdim dinlenmeyi, gittim henüz kapatmış olduğum bilgisayarın başına geçtim tekrar, ilanı gördüğüm siteye girdim. Merak içindeydim. İlan kaldırılmamıştı! Eve ya da evlere ait herhangi bir resim yoktu. Ertesi gün aramak üzere verilen numarayı bir yere not ettim. Ev aradığım falan yoktu. Alışkanlıklar insanıydım. Yakınmalarım, memnuniyetsizliklerim olsa da yıllardır yaşadığım semtte ömrüm son bulacak diye düşünürdüm. Kentte iyiye giden bir şey yoktu benim nazarımda. Yaşadığım yerden daha iyisi de olmayacaktı demek ki. Arada bir, gel geç heveslerim oluyordu, kısacık sürelerde başka yerlerde yaşamak istiyordum bir iki ay kadar, hepsi bu…

Sabahı sabah ettim. Kahvaltı ederken bir yandan günlük işleri kafamda sıralıyor bir yandan da telefon etmek için mesai saatinin başlamasını bekliyordum. Kahvemi yanıma aldım. Günün koşuşturması başlamadan numarayı dikkatle tuşladım. Böyle meraklı ve heyecanlı zamanlarda nedense yanlış numaraları tuşladığım olurdu. İlk çalışta sakin bir kadın sesi karşıladı beni. Profesyonel emlakçılar gibi “Virginia Woolf Emlak” diye açılmamıştı telefon. Hatta kadının sesi, ilandan bihabermiş gibi geldi bana. O an utandım biraz, biraz da paniğe kapıldım, yanlış bir şey mi yapıyordum, böyle bir ilan yok muydu acaba? İlan için aradığımı söyledim. “Ha, evet” dedi, unutulmuş bir şeyi anımsıyormuş gibi. Yerini sordum. Hiç duymadığım bir semt adı söyledi. Görebilir miyim dedim. “Tabii elbette, ben size tarif edeyim, istediğiniz zaman gelip görebilirsiniz.” Adresi verin ben internetten konumu bulurum dediğimde, hayır internetten bulamazsınız dedi. Bir kez daha şaşırdım! Sevmiştim bu işi. Şaşırdıkça şaşıracak olmak umuduyla hevesim kamçılandı. Ne kadar da özlemişim şaşırmayı… Günlük rutinde şaşırmaya yer yoktu nicedir. Çoktandır duymadığım bir heyecan, kalbime giden damarlardaki akışı hızlandırmıştı. Genellikle sıkıntıdan dörtnala atan kalbim, denize kavuşan nehir gibi coşkuyla atıyordu şimdi.

Ne demek internette bulamazsınız! Ben bu kenti karış karış bilirdim. Yeni eklemlenen semtlerden biriydi belki de. Kent dışı değildi,  merkezde de değildi kesin, yoksa bilirdim. Yarın geleceğim demiştim telefonda. Ev değiştirmeyi bile düşünmezken, beni çekenin ne olduğunu bilmeden, kendimi akışa bırakmıştım. Arkadaşlarımın bilmediği, görmediği bir semti, bölgeyi mekânı keşfedecek olmanın muzipliği vardı kafamda. Ev bahane.

“Nereden geleceksiniz” diye sormuştu ilan sahibi. Bulunduğum semti söylediğimde “a çok yakınsınız, yürüyerek gelebilirsiniz” demişti, bir kere daha şaşırmıştım. Hem yürüyerek gideceğim hem de internette bulunmazmış! Ben kentin göbeğinde oturuyordum! Verdiği tarifi dikkatle yazmıştım. Gerçekten de taşıta binmeden gidilecek mesafedeydi verilen tarif. Oturduğum sokağa her gün girdiğim noktadan değil de tersinden girecektim, sanki sarhoş olmuş da yola tersten sapmışım gibi. Ne fark ederdi ki, sokağa yukardan değil de aşağıdan girmek? Kim bilir?

İple çekiyorum denir ya aynen öyle… Kış mevsimi, gün geç ışıyor. Hiç erken kalkmak âdetim değil, bunun için çeşitli yollar deniyorum yok, bıraksalar akşama kadar uyurum, ama şafak sökerken ayaktayım. Bir an evvel bu “gizemli” evi görmeliyim.

Evden çıktım. Alışkanlıkla her zamanki kestirme yoldan sapacaktım ki, kadının tarif ettiği kestirme yolun karşısına düşen köşeye doğru yürüdüm. Değişik bir yol duygusu uyandı. Normaldi, insan alışkanlıkları dışına çıkınca duyumsadığı yalancı farklılık duygusuydu bu. İnsan uzun zaman görmediği bir yeri görünce her şey aynı olsa da tanımlayamadığı bir değişimin kokusunu alırdı ya, bu da öyle olmalıydı. Ortalık sessizdi. Kent kalabalığı bir saate kalmaz ortalığı velveleye verirdi ama şimdi günün en güzel en sakin saatleri. Soğuğun bile üşütmekten çok dinçlik kazandırdığı, ah elimde bir sıcak kahvem eksik dendiği anlar. Bayılırım.  Birkaç kuşun kanat çırpışını duyuyorum. Bir saat sonra yüzlercesi kanat çırpsa, kent gürültüsü içinde boğulup gider, kimse duymaz, duyamaz.

Saatime bakıyorum, on beş dakika geçmiş, eh ikinci on beş dakikaya minibüslerin motor sesleri, kornalar, doğal bir ses gibi algıladığımız o tuhaf derin kent homurtusu başlar. Neredeyse yarım saattir yürümüşüm. Garip bir durum; sessizlik azalacağına artıyor sanki. Heyecanım iyice arttı. Biraz daha ilerleyince uzaktan yazısı seçilmeyen bir yol tabelası gördüm. Yaklaştım: “Rodmell” yazıyordu. Hiç duymadığım bir semt adı. Kentsel dönüşüm furyasında, mahalle görüntüsü verilmeye çalışılıp da müsamere dekorunu andıran yeni kurulmuş sitelerden birinin adı olmalıydı Rodmell! Brandium, Downhill, Atlantik Life, Propa Plus, Soho, Therrapark, Adoria, Quasar, Silk Road gibi yabancı adlar verilmiş olanlardan. Ama kabul etmek gerekir ki iyi çalışmışlar. Bir masal kitabının içinde dolaşıyormuş duygusu yaratmak istemiş olmalı mimarlar ve fazlasıyla başarmışlar! İçimden tebrikler yağdırıyorum onlara, beni mutlu ettikleri ve şaşırttıkları için. Yeşil, yemyeşil, sevimli, yüzyıllardır oradaymışçasına aralara serpiştirilmiş evler. Dışarıdan ne kadar yıllanmış görünseler de içleri yenidir bunların, her türlü konfor sağlanmıştır, eminim diye geçirdim aklımdan. Rodmell’in ortasında bir yerlerde olmalıyım, uzun, alçak ve bol kapılı eve doğru götürüyor ayaklarım beni. Yürümek değil de o yöne, o eve çekiliyorum sanki. Gerçeklik duygusunu çok iyi vermişler; çatı katı pencerelerini çevreleyen kiremitler yosun bağlamış, sanki çok yağış alan bir bölgedeymişçesine. Etrafa bir anda hafifçe sis çöktü. Bu sis perdesinin arasından iki tane baca seçiyorum.

Kapıların aralık olanından giriyorum içeriye. İşte orada, şömine! Odayı mı ısıtır kalpleri mi, insanı tembelliğe ve hayal kurmaya iten ateş köşesi. Hayret! ev döşeli.  Kedi beslemeyenler için tasarlanmış olmalı ya da sürekli uyuyan hımbıl kedi sahipleri için belki… Kırılabilir türden objeler var odanın çeşitli köşelerinde. Masada cam tabakların olması çok gereksiz, sonuçta insan kendi tabağını çanağını getirir yani, getirmez mi yoksa? İkinci katın merdivenlerini görüyorum ama birinci katta göreceğim daha epeyce şey var. Birinci katı dolanırken eve sonradan eklenmiş izlenimi edindiğim bir oda çıkıyor karşıma. Girişinde “Kendine Ait Bir Oda” yazıyor. Afalladım. Açık renge boyanmış, şöminesi ve günlük kullanım için gerekli birkaç eşya… Yani mimarımız minimal tasarlamış.

Güneşli ve neşeli bir oda… Bu odada zaman geçiren herkes bu fikirde birleşir kuşkusuz; güneşli ve neşeli. Hoşuma gitmeyen, gözüme batan hiçbir şey yok bu odada. Gözlerim ayrıntıları mı tarasın, manzaraya mı seyretsin telaşında. Hiçbir  ayrıntıyı atlamak, burada yaşanan büyülü zamanın hiçbir ânını kaçırmak istemiyorum.  Daha sonradan anlayacağım üzere, en çok zamanı bu odada geçiriyorum. Odada beni içine çeken anlayamadığım bir şey var; sevecen, ılımlı, hayallere açık… Kendi halindelik duygusu ile beklenenin değdiğine ilişkin mutluluğun bir aradalığı…

Bu sakinlik içindeyken bahçedeki kulübenin güzelliğiyle gözlerim kamaşıyor. Şirin, çok şirin! Yaz akşamları herhalde burada uyurum dedirten bir hoşluk. Yakın arkadaşlarla burada kaynatmak, bahçenin içinde gibi… Ne hoş. Kulübenin yan duvarına bitişik, adeta duvarın dayanağı gibi duran görkemli ağaç gövdesinin altına birkaç sandalye atarım olur biter. Burası benim sonsuza kadar adresim olsa…

Kulübeden uzaklaşıp rüya bahçede, ne bahçesi, orman, orman! Dolaşırken, uzaktan bir nehrin sesi çalınıyor kulağıma. Akıntısı yüksek bir nehir mi acaba? Ortalık o kadar sessiz ki, duyduğum seslerden nehrin debisini kestirebileceğim neredeyse.

Ne arasın nehir bu kentte? Anlı şanlı Boğaz’ı var, nehri yok ki… Ama bugün, bu kentte olmayan, olması mümkün olmayan, üstelik evimden yarım saat uzaklıkta, o kadar çok şey gördüm yaşadım ki… Belki küçük bir derecik… Hadi canım, dereleri kuruttuk, numune bile bırakmadık! Ses yürüme mesafesinden geliyor, o tarafa yürümek gelmiyor nedense içimden. Bir yorgunluk çöküyor aniden. Hoşlanmadığım bir şeyler yaklaştığında duyarım ben bu yorgunluğu. Bir tür tedirginlikle isteksizlik arasında sallanan salıncaktayım yine. Olur olmaz anlarda kendimi içinde sallanır bulduğum bu salıncaktan binmemle inmem bir oluyor. Ah her zaman bu kadar hızlı olabilsem, kimi zaman günlerce sallanırım. Kim iter, nereden güç alır bu salıncak bilmem. Kimi kez çok hızlı sallanırken inmeye kalkışıp dizlerimin üzerine düştüğüm olur; ama çoğunlukla yavaşlamasını beklemeyi, yani ihtiyatlı olmayı öğrendim düşe kalka.

Hava kararmaya başladı. Kış havası işte… Gün ışığının en cimri, güneşin yok zamanları. Sabahları geç aydınlanıyor yetmezmiş gibi de akşama varmadan kararıyor. Ortalık soğumaya da başladı. Daha da soğuyacak. Neşeli ve güneşli odaya mı dönsem? Ama karanlık tam da odanın bulunduğu bölüme daha çok çökmüş. Demek ki yola çıkma zamanı geldi de geçiyor.

Dönerken hızım epeyce düşüktü. Giderken yarım saatte aldığım yolu dönüşte iki saatte almış olmama tembelliğimden başka bir açıklama bulamadım.  Yaşadığım evin semtine vardığımda gecenin soğuk laciverdi her tarafı kuşatmıştı. Berrak bir lacivert! Bu da az bulunur nimetlerden. Samanyolu görünmez, onu beklemeyiz, ummayız. Bu laciverte razıyız nicedir.

Akşama ertelenmiş, büyük alışverişlerde unutulmuş ya da aniden gerekiveren ufak tefeklerin tedariki için soğukta vücudu ısındıran koşuşturmalar vakti. Erken çöken karanlığın, insanı eve çeken nemli soğuğun hükmünde her şey… Kış mevsimlerinde insanlar daha bir ev kuşu olup çıkarlar sanki. Uzun geceler kimilerinin dertlerini, kimilerinin sevişmelerini uzatır. Uyuşukluk mevsimi baharın tersine her şeyde bir telaş bir telaş… Baharda yavaşlayacak, yazın duracak olan yaşamın hızlandırılmış çekimi gibi. Beni telaşa sevk eden soğukla markete girdim. Sıcak içilebilecek içeceklerden alıp, apartman kapısını ıslak sert rüzgârın yüzüne kapattım.

O gece çok düşündüm.  Hatta geç olmasaydı emlakçıyı hemen arayacaktım. O evi kiralamaya bütçem yetmezdi. Sadece üzerinde “Kendine Ait Bir Oda” yazan odayı kiraya verirler miydi acaba? Vermezlerse kulübe olabilir miydi? Hiç kimse bilmeden, duymadan, keşfetmeden elini çabuk tut diyordu içimdeki ses. Günümüzde hiçbir şey gizli saklı kalmıyordu. Hemen her şey anında bilinir, duyulur oluyordu ve hatta gündemden düşmüş, dahası eskimiş!

Kendimi, kendime ait bir odada duyumsayacağım o odayı kiralamayı kafaya koymuştum. Uykuya dalana dek, bütçemi, karşı tarafın isteyeceği olası miktarı ölçüp tarttım. Tabii bir de o odayı binadan bağımsız olarak kiraya vermeye yanaşacaklar mıydı bakalım? Niye vermesinler? Odanın banyosu da vardı üstelik. Adeta evin bütününden bağımsız bir özellik kazandırılmıştı. Ama yine de koskoca bir soru işareti kafama takılıyor, hatta biraz hevesim kırılıyordu.

Kullanışlı olduğu kadar sade zevkiyle de albenisi olan bir odaydı.  Ne olursa olsun o odayı yaşamıma katmak istiyordum. Hiç olmazsa yaşamımın bir kısmını o odaya taşımak! Ya odayı kiraya vermeye yanaşmazlarsa… Aklımca ümitlerimi bileyecek fikirler bulmaya çalışıyordum. Parlak bir fikir buldum birden; odadan vazgeçebilirdim! Vermezlerse ya da fiyatı çok yüksek gelirse, odaya yakın olan bahçedeki kulübeyi kiralardım! Kendime ait bir kulübe de yeterdi. Hem de şirinim diyen her şeyle yarışır nitelikte bir kulübecik… Umut, ne uçsuz bucaksız denizdi… Aç yelkenleri umut denizine…

Gün içinde yaşamış olduğum sürpriz gelişme beynimi yormuş olmalı, uyku gecikmedi. Rüya gördüysem de Rodmell’i görmüşümdür.

Ertesi gün olağandan daha erken kalktım. Günlük işlerin sıkıntısı içime dolmadan kahve yaptım kendime. Kahvemi ağır ağır içtim. Falıma da bakıp biraz daha oyalanırsam mesai saati başlamış olurdu. İlk arayan olup da emlakçının iştahını kabartmak istemiyordum ama artık beni hiçbir şey oyalamıyordu. Mesai başladıktan sonra yarım saat kadar daha sabretmeyi başardım. Numarayı özenle tuşladım. Bunca yıldan sonra içimde kendim için bir şeyler yapmanın buruk tadı ve heyecanı vardı. Bazı sorumlulukları çiğneyecek olmanın verdiği vicdani baskı bir de…

Numarayı tuşlarken kendi soluğum ve tuşların mekanik seslerinden başka bir şey yoktu evrende.  Tuşladım, bekliyorum. Bekleme anlarının, belirsizliğin tedirgin edici gerilimi içindeyim.

Yanık bir Anadolu sesi geldi telefonun diğer ucundan: “ Yeni Yüzyıl Emlak Danışmanlık buyurun.” İlk aklıma gelen yanlış numara aradığımdı. Emlakçının adı bu değildi.  Sakin, kendi halinde bir kadın sesi karşılamıştı beni dün. Yanlış oldu sanıyorum özür dilerim dedikten sonra numarayı tane tane tekrarladım.  Yanık Anadolu sesi, numara burası buyurun efendim dedikten sonra sigara tiryakilerinde görülen öksürük krizi doldurdu kulağımı.

Ne diyeceğimi bilemedim. Ben dünkü ilan için arıyorum cümlesi döküldü ağzımdan kararsız.  Dün kim bilir kaç müşteri aramıştı onları. “Rodmell’deki ev için…”

-Ha evet,  Redilde bir ev var.

– Redhill mi?

-Evet Redil.

-Ben evvelsi gün bir hanımla konuşmuştum, dün de gidip görmüştüm evi.

-Bir hanım mı? İçeriye seslendi: “Şükrüyeee sen dün telefonlara baktın mı gızım?

Daha fazla zaman kaybetmemek için, neyse bir yanlışlık oldu sanıyorum diyerek telefonu kapatmaya yeltendim. Karşı taraf  “Siz giralık mı, satlık mı bakıyorsunuz? Neresi demiştiniz?”

Umutsuz bir sesle Rodmell dedim.

-Evet işte Redildir o.

-Olur mu öyle şey,  sitenin girişinde tabelası vardı: Rodmell.

Emlakçı biraz şaşırmakla birlikte vazgeçmeye niyetli değildi.

-Şimdi; bizim elimizde Bellmell, Rosemell ve Bestsell sitelerinde giralık ve satlık emlaklar var.

Adını yanlış okumuş olabilirim düşüncesiyle nerede o Bedmell deyiverdim.

-İstanbul’un parlayan yıldızı Kurtlar Vadisi’nde. Metro inşaatı başladı, çok yakında bağlantı istasyonu yapılacak. Beşinci Boğaz Köprüsü bağlantı yolu üzerinde, Dördüncü havalimanına beş dakika mesafede AVM’ler cenneti çok merkezi bir noktada. Giralık bakıyorsanız kaçırmayın, üç beş aya giralar katlanacak buralarda. Yatırım için düşünüyorsanız elinizi çabuk tutun pişman olmayacağınız bir yatırım.

-Allah allah Rodmell, sizin dediğiniz biçimde Redil, veya Bellmell bizim yanı başımızdaydı, hemen bizim sokağın az ötesinde…

Bu komediyi daha fazla sürdürmek istemiyordum.  Numara doğru olsa da yanlış bir yer aradığım düşüncesiyle soğuk bir sevinç pırıltısı yandı söndü içimde yine de. Hevesim kaçmış hatta biraz da bunalmış olarak bilgisayarı açtım yeniden. İlanı gördüğüm web sayfasına girdim. İlan yoktu!  İlanın kaldırılmış olabileceğini düşündüm. Kıt bilgisayar bilgimle epeyce araştırdım emlakçı adını. Arama motorları, 118’le başlayan numara sorma servisleri… Hiçbiri beni Virgina Woolf Emlak’a ulaştıramadı.

Gecenin karanlığında deniz kıyısından havalandırılan bir iyi dilek feneri gibi boşlukta süzülüp duruyordum. Birazdan mum sönecek, tıslayarak karanlık sulara gömülüp gidecektim.

Akşamdan karmakarışık bıraktığım masada el yordamıyla çakmağımı aramaya başladım. Kapağında “Kendine Ait Bir Oda” yazan kitabın altında buldum. Sigaramı yaktım. Kâğıt, kitap, küllük, yarım dolu çay bardağı, kurabiye kırıntıları… Dağınıklığı toparlamaya başladım. Elimdeki kitabın Virgina Woolf yazan sırt kısmını kendime dönük olarak raftaki diğer kitapların yanına sıraladım.