“Seni tanıdığımda on yaşlarındaydın. Hatırlıyorum, o açık yeşil güzel gözlerini, altları
inceden mor çizgili; sonra saçların kıvırcık kumral. Ön dişin, diğerinin biraz üstünde,
incecik dudakların sonra. Etli ve uzunca bir burnun, hafif kemikli ve ölü beyazı tenin.
Zayıftın o zamanlar. Ne yurdun kurtlu mercimekleri ne mutfaktan aşırdığımız altın
sarısı tereyağlar. O zamanlar şişmanlamazdık hiçbirimiz. Kuru soğanı doğrayıp içine
pulbiber, yağ ekele; al sana hırsız menüsü. Öyle ya, açlıktan fare gibi sığışırdık
mutfağa; iki, üç bazen dört kişi birden. Sonra o, ailesi Avusturya’da olan, hani hep
hüzünlü bir kız vardı ya, bahar gibi, papatya çaylarını getirirdi. Ne güzeldi tadı,
hatırlar mısın? Yoksa sen de unutanlardan mısın geçmişi? Kızma hemen, bilirim
unutmazsın sen. Unutmaz, kalbinin bir odasında saklarsın, tüm yurt çocukları gibi.
Hani hatırlar mısın, bir Nezaket vardı, tombulca, şen şakrak bir kız. Bizden birkaç yaş
büyüktü. Annesi yurdun altındaki huzurevinin aşçısıymış hani. İşte o Nezaket bir gün,
bir çuval marul getirmişti. Bir çuval, düşünsene! Sanki halden pazara getirir gibi. Nasıl
sevinmiştik. Yemekhaneden ekmek aşırıp arasına da marul doldurup yedik kaç gün.
Ne lezzetliydiler ama! İnan şimdi ne semt pazarında, ne mahalle arası pazarlarda var.
En lüks manavlarda bile o tatta marul bulamazsın. Gerçi neyin tadı kaldı söylesene
arkadaşım? Yuvarlanıp gidiyoruz işte, tatsız tuzsuz ve huzursuz.
Yurdun kütüphanesinde ne çok kitap vardı, hatırlar mısın? Ama herkesin muhakkak
bir kere okuduğu kitap tekti. Hani cinleri anlatan. Ödümüz kopardı yine de okumaktan
geri kalmazdık. Hatırlarsın, bir kız vardı hani, eli uzun olduğunu sonradan
öğrenmiştik; o kitapla tuvalete girip kahkaha attığını duyanlar olmuştu. Nasıl
korkmuştuk bir numaralı yatakhane olarak. Hemen ranzanın altındaki tahtaların
kalınlarından birini çıkarıp kapının arkasına yaslamıştık, içeri giremesin diye. Kötü
güçler onun ruhunu ele geçirmişti çünkü ya da biz öyle sanıyorduk ama bunda
gözlerini kısıp sinsice gülüşünün de etkisi büyüktü elbette. Velhasıl, kimse
hazzetmezdi ondan. İnanır mısın, şimdi tanıyamıyorum insanları. İyi dediğim kötü
çıkıyor, kötü dediğimde var iyi taraflar. O zaman daha mı görünürdü insanlar yoksa
biz daha doğru mu tartıyorduk insanları, muamma.
Bir Narin teyzemiz vardı, yurdun hizmetlisi. Çamaşır yıkardık ya, kola kuvvet,
vakitsizce yemekhanenin anahtarını istediğimizde –çamaşır asmaya oradan çıkardık
hani- söylenir dururdu. Biz kaloriferlerin çamaşırları kokuttuğunu söylerdik, o ise bizim
bir yerlerimizin koktuğunu. Gülüyorsun değil mi? Hep gül, mümkünse. Yoksa taşınır
yük değil sırtımızdaki.
Henüz on yaşındaydık ve leğende çamaşır yıkardık, sadece çamaşır olsa iyi.
Battaniye bile yıkardık. Banyo yapmak için listeye yazdırırdık adımızı. Öyle uzun
uzadıya yıkanmak da yok. On beş dakikada yıkan çık. Banyo sırayla, çamaşır sırayla,
yemek sırayla.
Şiire ve öyküye iptilamın nüveleri ilk gençlik yıllarıma rastlar. Hatırlarsın, arkası
yarınlar yazardık seninle, bol konuşma çizgili az detaylı. O zamanlar diyaloglarımız
hiç susmazdı çünkü, şimdiki gibi kabuğumuza çekilmemiştik. Seslerimiz,
kahkahalarımız, kavgalarımız, ağlayışlarımız hepsi kazındılar atmosfere. Yoksa nasıl
açıklardık hâlâ kulağımıza yankısı vuran o sesleri?
Söylesene, sözlü müziklerden sözsüz müziklere ne zaman geçiş yaptık? Hangi
aralıkta bıraktık o beynimizi yoran kafiyeli kelimeleri? Şimdi ben küreğini Yanni’nin
çektiği bir kayığa biniyorsam ve onunla çok uzaklara, gözün gördüğünden de
uzaklara gidiyorsam, sözden arınmış notalar sayesinde. Çünkü onun müziği,
hatıraları taşır bir kıyıdan diğerine. İşte bu sebeple, Yanni’nin kayığında tüm
yaylıların, tellilerin, vurmalıların ve nefesli çalgıların ruhla karılmışçasına hayat kokan
o birlikteliğinden doğan huzura teşneyim, müptelâyım. İptidai hevesleri yirmilerin
sonunda bıraktım. Yolun yarısına gelmişken bir demli çaya, bir hanımeli kokusuna,
bahçeye konmuş bir saksağanın parlak lacivert kuyruğuna bağlanıyor insan; en
azından kendim için söyleyebilirim bunu. Evet, dokunmasına rağmen seviyorum
demli çayı, üzerine arılar üşüşmesine rağmen seviyorum hanımeli koklamayı ve
seviyorum çekiç gibi sesine rağmen tüm saksağanları. “Rağmen”leri kucaklayan bir
yaşı sürüyorum, senin anlayacağın. Sende de öyle mi? Bu ne genç, ne yaşlı
yaşımızda ikna olduk mu hayatı anlamlandırmaya çalışmanın beyhude olduğuna?
Hepimiz balıkçının oltasına takılmış balıklarız şunun şurasında. İğneye saplanmış bir
ağızdan fazlası. Ruhlarımız yırtılıyor bu ibrethanede, bu musibethanede, bu ölüler
evinde. Kimi kaçmak için bu döngüden, keyfe vuruyor kendini. Bilirsin şarap, bir
mazmundur aynı zamanda. Kimi de müziğe sığınıyor; bir kanun taksimine efkârını
iliştiriyor, ney eşliğinde tayyi mekân yapıyor, lir eşliğinde sarayın mermer
merdivenlerini adımlayan bir asilzadeye, piyano eşliğinde bir sopranoya, kemanın
hüzünbaz nağmelerinde aşkı yudumlayan bir âşığa dönüşüyor.
Sen notaları seçtin ben kelimeleri. Sen müziğin gücüne inandın ben kelimelerin. Sen
senfoniye, konçertoya, bazı bazı aryaya kucak açtın; ben mecazda, söz sanatlarında,
tasvirlerde kendimi buldum. Ama müziğin iyileştirici gücünü göz ardı etmedim hiç.
Gün oldu kelimeler dökülmedi ağzımdan; tıkandım, tutuldum tek satır dahi
yazamadım. Öykülerim, roman taslaklarım hatta şiirlerim susuz kaldılar da sen
çıkageldin elinde Yanni’yle. Sadece kalemimi açmadın, ruhumu da suladın. Ve ben
hâlâ, her tıkandığım, kelimeleri kâğıda akıtamadığım o verimsiz vakitlerde onu
dinliyorum. Tutkularımı yansıtıyorum, akmalı yağmura.
Söylemek istediğim “korkma”. Bunun sana okunacak son mektup olduğunu biliyorum.
Artık sana gönderemeyecek olmam mektup yazmama engel değil ama. Ben yine
yazacağım, yine hatıralar denizine dalıp çıkacağım, yine… İnsan bilmediğinden
korkar ya hani, korkma.
“… Olmasın hiç o tâ içten gülen gözlerde yaş; yollarımız ayrılsa bile seninle
arkadaş”… Hatırladın değil mi? Sözlerini ezbere bildiğimiz, yurt koridorlarını
inlettiğimiz nadide şarkılardan. Öyle arkadaş. Yollarımız hem nereye ayrılıyor
söylesene? Hatıralar yaşadığı sürece, seslerimiz gökyüzünde kayıt altına alındığı
sürece, ne ayrılığı arkadaşım? Olsa olsa küçük bir yolculuk. Çok şey var yazmak
istediğim ama parmaklarım titriyor, tutamıyorum kalemi. Biraz da ayrılık kaçtı
gözüme.
Zarfın içinde Yanni var, dinlemeni istiyorum. Güzel kardeşin bunu benim için yapabilir
sanıyorum. Ruhun ferahlasın; unutma ben de o kayıktayım, küreklerini Yanni’nin
çektiği o kayıkta. Bir parça huzuru terennüm edelim seninle. Tüm melekler seninle
olsun arkadaşım, tüm melekler…”
Genç ve güzel kadın, gözünden birkaç damla yaş yuvarladı elindeki mektuba.
Ardından katladığı mektubu hastane odasında uyuyan ablasının elleri arasına
sıkıştırdı. Zarfın içindeki belleği çıkararak telefonuna bağladı. Sesini hafif kısarak
ablasının kulağına tuttu telefonu; “Nostalgia” çalıyordu.
Hastane odasında sonbahar yaprakları uçuşmaya başladı aniden. Yanni, dev gibi bir
orkestrayı coşkuyla yönetiyordu şimdi. Sanki bozkırda dörtnala koşan bir at gibi
inletiyordu yeri ve sanki ölüm dışında her şeye gücü yeten kutsal bir varlık gibi
çırpıyordu göğü. Derin komadaki kadın, içindeki korkuyu hafifletmek için kabul etti
Yanni’nin arkadaşlığını ve küreklerini onun çektiği kayığa bindi. Yalnız da değildi
üstelik. O da oradaydı; yıllarca kalemini açtığı biricik arkadaşı.