Anlatacağım hikâye avcı hakkında. Aslında her av hikâyesinde mesele avcının kendisinde değil mi? Kendi halinde, sürüsüyle, yavrularıyla, yaşayıp giden zavallı hayvanın yaşam mücadelesi bilmediğimiz bir şey değil ki. Kutup ayılarının çöp kenarlarında açlıktan öldüğü, avcıların dünya şirketlerinin patronları ya da onların çocukları olduğu, yani avcının karnı tok, avın aç olduğu bir avlanma biçimindeki bu insanların karakter yapılanmaları size de ilginç gelmiyor mu?!

Bir zamanlar bir avcı yaşardı. İstediği, macera ve serüven peşinde, heyecan içinde takibe aldığı avının izini sürmek, tuzağa düşürmek, kovalamak ve sonunda zafer sarhoşluğuyla canını almaktı. Karnını doyurmak, etinden, kürkünden yararlanmak, para kazanmak için yapmıyor, tersine avlanabilmek için para saçıyordu. Kırk yıldır ülkesinde avlamadığı hayvan kalmamıştı. Dağ keçisi, vaşak, ceylan, yaban domuzu, leopar, kurt, karaca, kızıl geyik, tilki, tavşan… Kuş türlerini saymıyordu bile. Bir keresinde avladığı hayvan, doğal hayatı izleme üyelerince çip takılarak ilk kez izlemeye alınmış bir kurttu. Çipten sonra ölene dek bir yılda bin dokuz yüz elli kilometre yol yapmıştı. Başka bir sefer soyu tükenmekte olan bir leopar. Zavallı hayvan aç olduğu için yiyecek bulmak üzere köye kadar inmişti. Dönüp dolaşıp aynı hayvanları avlamanın zevkini yitirmişti artık. Aynı türlerin benzer davranış biçimleri, içindeki heyecanı söndürüyordu. Ünlü bir hırsızın gerçekleştireceği en büyük soygununun peşinde olması, bir kumarbazın voleyi vurması gibi en zorlu avının peşine düşmeye karar vermişti.

Afrika’ya Asya’ya gidiyordu. Elbette bu pahalı sporu yapacak kadar zengindi!. Avlak alanlar, rehberler, malzemeler, yolculuklar için ödediği paranın haddi hesabı yoktu. Av için başlatılan takipte yükselen adrenalin, endorfin ve serotonin salgılarından alışkanlık bağımlılığa dönüşmüş, kişilik özellikleriyle de örtüşmüş olmalıydı. Serüven tutkunu olmakla açıklasa da bir çeşit güce sahip olma arzusundaydı. Siyasal güç, ekonomik güç, toplumsal güç, vs, vs. Güç sahibi olma arzusunun tatminiyse, saplantılı her tutkudaki gibi, dipsiz bir kuyunun dolması gibi sonuçsuz bir çabaydı.

Öldürdüğü hayvanın türe özgü özelliklerinin kendine geçeceğine dair büyüsel bir düşüncesi vardı. Domuz kadar dayanıklı, ayı kadar güçlü, leopar kadar hızlı, fil kadar devasa, kartal gibi yırtıcı… Onları öldürmeye o zaman mı başladı bilinmez. Daha bir çocukken sapanla avladığı serçeleri, küçük bir dal parçasına geçirip çalı çırpıyla tutuşturduğu ateşte pişirip yemişti. Yine de zaman zaman yaşadığı kalp çarpıntısı ataklarını serçe telaşıyla anlatmak doğru olmazdı.

Bütün bir yıl av sezonunun açılmasını heyecanla beklerdi. Öldürmek, o canlıya sahip olmak demekti. Demek ruhu o kadar boştu ki, öldür allah öldür dolduramıyordu. Avlanamadığı zamanlarda da derisini yüzüp içini doldurttuğu hayvanlarla konuşurdu.

“Seni gidi namussuz! Ne koşturdun peşinden beni.”

“Kaç mermi sürdüm ölmediydin. Dibime kadar kanaya kanaya geldin.”

“Ne kadar da çok kanın aktı. Karın üstü kıpkırmızı oldu. En güzeliydi renklerin”

Giderek içki dozunu arttıran alkolikler, kumar masasından kalkamayan kumarbazlar misali daha büyük, güçlü ve zorlu bir av peşindeydi. Ah nasıl da inanırdı, o da doğanın denge unsurlarından biriydi. Savaşının adil olduğunu, hayvanın gözüne bakacak kadar yakınından vurma arzusuyla açıklardı. Avıyla aralarındaki ilişkinin özel olduğuna, o avın azrailinin kendisi olmasının kader olduğuna inanır, bunun işaretlerini avında arardı. Vurduğu hayvanın boynunun altındaki beyaz nişanı rüyasında gördüğünü iddia ederdi misal.

Ben bir hikâyeciyim, sinirbilimcisi değil. Ama bana sorarsanız avcı denen, takip ve ele geçirmenin önüne geçilemez tutkusuna sahip bu insan türünün psikolojisi, insan doğasını anlamaya dönük bilimsel araştırmaların konusu olmaya değer doğrusu. Bir yanda hayvana zarar vermemek uğruna süt, yumurta bile tüketmeyen veganlar, bir yanda avcılar. İkisinin de aynı zaman diliminde, aynı dünyada yan yana yaşadığını bilmek size de tuhaf gelmiyor mu?!

Son avında, zorlu bir yolculukla gittiği Asya steplerinde, devasa irilikte bir boz ayının peşine düştü. Muhteşem hayvan ürkütücü naralarla kükrüyor, karlı stepler yerinden sarsılıyordu. Karşı karşıya geldiklerinde kafatasını parçalamak istemediğinden iki ayağı üzerinde kükreyerek meydan okuyan hayvanın kalbini hedef aldı. Tek atış yetmedi. Aslına uygun doldurulması için fazla kurşunla hayvanın bütünlüğü bozulmamalıydı! Dediğim gibi ben bir anlatıcıyım, silahtan anlamam, derler ki deriden girdiğinde hayvanın bedeninde patlar dom dom kurşunu. Önce dört ayağının üzerine sonra da yana devrildi koca cüssesi. Dumanı tüterken, bozulmaması için kendi elleriyle taze taze deriyi soymuş, bir cenin gibi deriden sıyrılarak ortaya çıkan kaygan beyaz kütleye imrenerek bakmış, adeta bir anne şefkatiyle üzülmüştü. Yağlı kokusu şehvet yüklüydü. Öldürdüğü hayvanın penisini yarıp içindeki kemiği saklamak üzere çıkardı. Şanıyla, şerefiyle viski kadehlerini karıştıracaktı bundan böyle! Dili damağına yapışınca cebindeki konyaktan bir yudum daha aldı. O avda öyle yenilmez, öyle güçlü, öyle biricik hissetti ki kendini, dünyalara bedeldi. Devasa hayvanın, büyük penisinin, sert kemiğinin gücü, artık onun avuçları arasındaydı! Gücü böyle ellerinin arasında hazla tuttuğun, dünyada başka ne vardı? Para mı, sadece kâğıt ve madendi. Elmaslar, mücevherler, sonunda parıldayan taşlar değil miydi? Ya ölümsüzlük? Peşinde olduğu, başka canları öldüre öldüre kendi canına can, ömrüne ömür kattığını düşünmesi mi?

Kızılderililer der ki, “ormanda avlanan hayvanların ruhları ormanda yaşamaya devam eder. Rüzgâr bir girdap gibi uğuldayarak ağaçların arasından kıvrıla kıvrıla eserken duyulan, o zavallı ruhların sesidir. Bir avcı bunu unutmamalı.”

Öyle zevklendi ki, hemen oracıkta kuru bir ağaç dibinde, küçük bir ateş yaktı. “Eti yenmeyen hayvanı avlamamak gerekir” inancını, simgesele çevirdiğinden hayvanın ufak bir kısmının tadına bir lokma da olsa bakmayı adet edinmişti. Bu sayede hayvanın intikamcı ruhundan korunduğunu gülerek anlatırdı arkadaşlarına. Etraftan, uzmanlık alanı olduğunu söylediği mantarlardan dikkatli bir şekilde topladı. Hayvanın çıkardığı penisinden arta kalan eti, ufak tavaya atıp mantarlarla beraber ateşte çevirdi.

Saf iyi ya da saf kötü olmayan insanlar gibi mantarlar da saf zehirsiz ya da saf zehirli değildir. Öyle bile olsalar, bu ilginç iklime sahip steplerde sık metamorfoza uğrarlar. Kendini yenilmekten, av olmaktan korumak için özellikle evrilmişti bu ilginç mantar türü. Bilge usta olsa “yeme beni mantarı” der miydi? Sonsuz gibi görünen steplerde bu ufak mantar türü sporlarla aşılanarak değişime uğramış, bilinenin aksine en zehirli türe dönüşmüştü. “Ye beni mantarlarının” arasına karışıverdi haylaz “yeme beni mantarı.”

Avcı yemeğini bitirdi. Cohiba purosunu tadını çıkararak yavaşça, keyifle tüttürdü. Zevk ve keyiften eriyik haldeydi. Bir tuhaflık, garip bir yorgunluk hissetti kalkmaya davrandığında. Başı dönünce tekrar oturdu. Kafasını yerden kaldırdığında ağaçlar titreşiyor önünde, bulanık görüyordu. Zangır zangır titriyordu. O sırada adım atmayı bırakın, yürüyemediğini fark etti. Çarpılmış ağzından akan tükürüğünü yutamıyordu bile. Nasıl ses çıkartılacağını ise çoktan unutmuş gibiydi. Ellerini, kollarını, bacaklarını oynatamıyordu. Uzakta, ufuk çizgisinin orada bembeyaz bir kutup ayısını gördüğünü sandı. Sadece hayaldi.

Gözleri dehşet içinde kıpırtısız bakarken, hareketsiz yattığı yerde zorlukla soluk almaya devam etti avcı. Ah o uçsuz bucaksız steplerde, koca bir ayının dişleri arasında parçalanarak, boğuşarak ölmeyi nasıl da arzuluyordu şimdi. Hareketsiz, felç olmuş halde yatarken, ölüm saatler içinde eziyetle gelecekti. Ağzından boşanan kanla, son soluğuyla çıkan avcının ruhu, onu bekleyen hayvanlara doğru yol aldı.