Birdenbire, çok düşünmeden kahverengi trençkotumu üzerime geçirmişim de çıkmışım
bilindik hayatımın dışına. Yemekten sonra içtiğim, büyük kupa bardaktaki
mısır püskülü çayımı öylece bırakmışım, izleyeceğim diziyi boş vermişim gibi.
Rutinimin ve hep belli bir çizgide aktığını sandığım, doğru bildiğim hayatımın
sürgülü dış kapısından çıkmış gibiyim…
Eski bir kâğıtta resmedilen yaşantımın görünmeyen çizgilerini, filigranlarını
dışarıda gün ışığına tutunca görecek, ayırt edecek gibiyim. Belki de uzakta, yıllar
öncesinde, anılarda kalmış birinin ilenmesi nüksetmiş geceme, vuruyor yüzüme o
sinsi lanet ve gözlerim ıslanıyor. Bu kadar uzun sürmemeli bir lanet diyorum ama
sürüyor işte.
Attığım her adımda lacivert kısa botumdan çıkan ayak sesleri, yoksunluğumu
anımsatıyor ve hepsini hak ettiğim acılarımın yankısına dönüşüyor. Annem bilse
bunları, tüm ümitlerini yerle bir ederek: ‘Bir şehir tüm hayatına bedellendi kızım,’
derdi. Tercihler ile yazgı arasındaki o kaygan zeminde, istem dışı belirivermiş-
ti hayatım. Bir şehirden, bir yaşanmışlıktan kaçmak için sığındığım bu şehir,
acılarımın gri renkli başkenti olmuştu. Mübarek türbeleri, şehrin ortasındaki
efsanevi gölü, hanları, yazıtları, medeniyetin başladığı tepeleri… Hepsi tanıktı
sarındığım büyük yalnızlığın türküsüne. Beni öyle sevmişlerdi, ben de onları bu
halimle sevmiştim. Arada sırada ziyaret ettiğimde onları, mesela Gümrük Han’ın
bahçesinde demli bir kaçak çay içtiğimde göğe doğru bir güvercin havalanırdı ve
yok olan yıllarıma gülümserdi.
Oturduğum semtin işlek caddesindeyim. Elimde küçük bir defter ve en sevdiğim
taba rengi çantamı boynumdan geçirmişim. Dört bir yana Noel ruhu yayılmış.
Uzak bir şark kentine de hâkim olabiliyor böyle günler. Işıltılı sokaklar, kırmızı –
yeşil ağırlıklı mağaza vitrinleri, hayalleri kışkırtan piyango biletçileri ve kokusu
her yere dağılan kestaneciler. Durağa varıyorum ama nereye gideceğimi bilmiyorum.
İzliyorum insanları, en az yolcusu olan bir otobüse atlayıp en arka koltuğa
oturuyorum. Buğulu camdan yıldızlı gökyüzüne bakıyorum. Bol yıldızlı, uçan
bir kilimde oturan durgun bir geyik görüyorum; haline bakılırsa hasta olmalı.
Geriden bir geyik kafilesi yaklaşıyor yanına, ardından Noel Baba. Sesleniyor tok
sesiyle: “Elimizde umut kalmadı. Yeryüzünde umuda ihtiyacı olanlar bu sene ne
kadar çok artmış. Hey, sana ne oldu yaralı ceylan?”
Yaralı ceylan ses çıkarmıyor. Ürkek gözlerle bakıyor. Beyaz tüylü cebine elini
daldırıyor, ceylana doğru yıldız tozu serpiyor Noel Baba. Ayağa kalkıyor yaralı
ceylan ve o da kafileye katılıyor. Bütün geyiklere sesleniyor: “Kar çiçeği ve yıldız
tozu toplamalıyız. Süremiz gittikçe azalıyor, haydi hızlanın…“
Onlara sesleniyorum, sesim duyulmuyor, hızla gözden kayboluyorlar. Otobüs,
yol tümseğinden geçerken hızını azaltmıyor ve sarsılıyorum. Hayali yolculuğum
bitiyor, lakin yol bitmiyor. En son duraktan bir önceki durakta iniyorum. Saat
ilerlemiş, adımlarımı hızlandırıyorum. Bir telaşım yok oysa. Yetiştirmem gereken
hiçbir işim yok. Hayatım salt ellerimdeymiş, bana aitmiş gibi gülümsüyor. Ama
ben biraz tatsızım, çokça eksiğim. Geride bıraktıklarımın hüznü ve özlemi ağır
ağır kaplıyor içimi. Üşüyorum.
Bir süre sonra, çapraşık düşüncelerin beni savurduğu, çoklu odaların tekil
yalnızlıkları ağırladığı, kimsesizliğin buram buram yükseldiği, eski eşyalı tek
kişilik bir otel odasında buluyorum kendimi. Duvar saatinin tik takları, üşüyen
parmak uçlarım, dolan gözlerim ve yan odadan gelen gülüşme sesleri… O yaralı
ceylanı ve o kısa yolda gezindiğim hayal dünyamdan bana yansımayan umudu
düşünüyorum. Çok uzaklardan el sallayan, Noel Baba’nın cebinde kırıntıları
kalan umudu… Konsolun üstündeki sırrı yer yer dökülmüş aynaya bakıyorum.
Yılların kanıtı aklaşan saçlarım, çizgileri beliren yorgun yüzüm ve her yılbaşında
değişen rakamlara yüklenen çoklu anlamlar. Rakamlar dünyaya soylu bir insanlık
getirmiyor ne yazık ki!
Trençkotumu çıkarmadan, balkonun kapısını açıyorum. Hesap vermeden dolaşan,
evi – barkı olmayan rüzgâr, saçlarımı dağıtıyor, geçmişin küllerini savuruyor bir
kez daha. Soğuk içime işliyor. Kendimi sanki başka hayatları tanımak ve yazmak
için, başka kılıklara bürünen Jack London gibi düşünüyorum. Oysa yaşadığım
gerçeği biliyorum. Elimle dokunabildiğim, varlığımla hissedebildiğim uzayda
yer kaplayan bir madde gerçekliğinin metalik yankısı adeta. Şehrin öte yanındaki
titreşen ışıklara bakarak, ılık görüntüler düşlemeye çalışıyorum zihnimde.
Karşıdaki küçük burjuva evlerin telaşı, kakofonisi karışıyor düşüncelerime. Keskin
soğuk o kadar hükmedici ki, dağarcığımda ılık hiçbir görüntü oluşturamadan
içeri giriyorum. Yastığın kılıfına trençkotumun iç yüzünü örterek derin bir uyku
kuyusuna bırakıyorum kendimi. Uykuların karanlığında uçuşan tül perdeler kadar
hafiflemek istiyorum… Biraz umut, biraz beyaz diliyorum yeni zamandan.
Uyandığımda belki yalnızlığın kolundan hiç çıkamayan, asık suratlı hayatım
karşısındaki çaresizliğim biterdi… Kim bilir!