13 Kasım 2022, elli altıncı yaşımın ilk günü. Bugün babamın öldüğü yaştayım. Kaderin bir cilvesi mi desem yoksa tamamen bilimsel gerçeklik bilinciyle konuşup ‘genetik mirasım’ diye kabulleşsem mi emin değilim ama babamı bizden alıp toprak altına sokan ve benim bedenimdeki keşfi ‘erken teşhis’ olarak müjdelenen hastalığı iyi etmek için karanlıkta hastane yollarına düşmüştüm.

‘Yaz saati, kış saati’ denen şey ne kadar da kıymetliymiş, kapısının önündeki köpeklerle kör yürüyüşü yaparken anlıyor insan. Gecekondular arasından çıkan sokaklar, mahallenin ana yoluyla birleşipte aşağıya doğru inerken karanlığın içinde gölgeler beliriyor. Tıpkı bir hayalet gibi hareket eden bu bedenler, okul giden çocuklarınmış meğer. Anne ve babalarının ellerinden tutmuş, uykuda yürüyorlar. Öyle ya bu üstümüze çöken ve bir türlü kalkmayan karanlık olsa olsa kötü bir düşten ibaret.

Üç ayda bir rutine binen hastane ziyaretlerimden bir yenisi beni evimin korunaklı duvarlarının arasından kalabalıkların içine salan. Elimde olsa gitmezdim ya boş verince de olmuyordu. Ağrılar azıyor, tekrar düzelmeleri için daha çok çabalamam gerekiyordu. Üstelik bu aşamaya gelebilmek için geçirdiğim safhalarını düşündüğümde üşengeç ruhumun direnci çarçabuk kırılıveriyor. Günlerce hastane ve doktor aramış, onlarca kapıdan dönmüş, saçma sapan sağlık sistemine küfürler etmiş ve en nihayetinde düzenli bir tedavi yöntemi oturtmuştum. Bunun bedeliyse tıpkı bir tutuklu gibi her üç ayda gidip doktora görünmek, olurunu almaktan ibaretti.

Babamla kontrolü için doktora her gidişimizde söylediklerini bunaklığına verirdim. Unutup unutup tekrar sorduğunu düşünürdüm: “Doktor kızım, iyi olacak mıyım?” Bir doktor, bir ben sabırla anlatırdık. “İyi olmak diye bir şey yok. Tüm bunlar hastalığın daha da ilerlemesin, seni süründürmesin diye,” derdik. Her defasında bir parçasını yitiriyormuş gibi olurdu. “Belki iyi olurum…” derdi.  Kim zamanı geriye alabilmiş ki? Gençlik tatlı bir meltemdi ve çoktan esip gitmişti.

‘Kendi ölümünü düşünmek için daha çok erken’ diyordu içimdeki ses. Çağırmamalıymışım. ‘Peki’ dedim içimdeki sese.  ‘En azından sıkılıncaya, daha doğrusu kendimden vazgeçinceye kadar hastaneye gelip gitmeye devam edeceğim. Düşünmeyeceğim, söz.’ Sonra sağ ayağımı yavaşça yere bıraktım.

Hastaneye yine herkesten önce geldim, danışmadaki memurlar daha yerlerine geçmemişken ve boş koridorlarda hademeler yerleri paspaslarken gidip muayene olacağım kapının önünde oturdum. Sağlık Bakanlığı’nın internet sistemi üzerinden almıştım randevuyu. Ya bir hata olmuşsa, randevum sisteme geçmemişse, ya günü karıştırmışsam? İçimde bin bir şüpheyle gözümü kapının üstündeki mönitöre dikiyorum. Saatin sekiz buçuk olmasını, hasta isimlerinin akıp gittiği monitörün aktif olmasını beklerken, boş koridorların yavaş yavaş hastalarla dolmasını izliyorum. Üç kat yukarıdaki medikal onkoloji bölümüne çıkmak için, alelacele yapılan inşaat projesinde dengesiz bir şekilde tasarlanmış, yüksek basamakları tırmanmak gerekiyor. İki kişilik asansörü de kullanmak mümkün elbet ama bir çalışıp bir çalışmayan asansöre binmek için sıra beklemeyi de göze almak da gerek. Merdivenleri tırmanmayı başaran ve önümden ayaklarını sürüyerek geçen insanları izliyorum. Yorgun görünüyorlar. Her şeye rağmen kendimi diğerlerine göre daha dinç, daha genç, daha… hissediyorum ama kendimi kandırıyorum. Benim de onlardan hiç bir farkım yok. Üç katı tek nefeste çıkmış olmam bir şeyi ispatlamaz. Biz biriz. Şu hastane koridorlarında aynı çaresizliği yaşıyoruz işte.

Memurlar nihayet geldi, kapının üstündeki ekran titreyerek güncellenmeye başlıyor. Zaman bozuk musluktan sızan damlalar misali akıp giderken koridor kalabalıklaşıyor. Gelip geçenleri izlemeyi sürdürüyorum. Merdivenin son basamaklarını nefes nefese çıkan gruba takılıyorum: Ben yaşlarda bir adam, onun koluna girmiş, iki büklüm halde başörtülü yaşlı bir teyze ve elinde bir kağıtla kapılara baka baka yürüyen genç bir delikanlı. Kadın koluna girdiği adama yaslanıyor, biraz nefesleniyor. Buraya ilk gelişleri, ne kadar da belli. Benim aylar önceki çaresiz şaşkınlığım var yüzlerinde. Genç olan önüne çıkan mavi önlüklü bir hastabakıcıya elindeki kağıdı gösteriyor, bir şeyler soruyor. Katlar arasında inecek, çıkacak, kaybolacak ve en sonunda hedefine ulaşacak. Burada işler böyle yürür, o da öğrenecek. Hastabakıcıdan yarım ağız öğrendikleriyle arkada kalan ikiliye dönüyor, onları yanımdaki banka oturtup hızla uzaklaşıyor. Ben yaşlardaki adamın kör olduğunu o zaman fark ediyorum. Kadın da annesi olmalı, sanki küçük bir çocuğa seslenir gibi yumuşacık sözlerle dikkatlice oturtuyor oğlunu. Rahatsız etmek istemiyorum, başımı çeviriyorum. Bilincime kazınmış “İnsanları öyle incelemekten vazgeç!” diyen annemin sesi kulaklarımda “AYIP!”

Ansızın patlayan bir çığlıkla yerimden zıplıyorum. Kör adam avazı çıktığı kadar bağırıyor. Başka bir alemde yaşadığını anlıyorum. Annesi ellerini daha bir sıkı sıkı tutuyor. Sonra yüzünü avuçluyor, öne arkaya sallanan oğlunun kulaklarına mırıl mırıl kelimeler yuvarlıyor. Adam bir bebek gibi annesinin şefkatiyle sakinliyor. Başını kadının omzuna sakince yaslıyor. Gözüm bir onda bir kapının üstündeki ekranda. Nihayet ismimi dördüncü sırada belirince rahatlıyorum, hata yok.

Kadın konuşmaya başlıyor, “Bebekliğinden beri böyle evladım. Benden başka kimseye zararı yok, korkma,” diyor. Korkmadığımı söylüyorum, bir sohbet başlıyor aramızda, anlattıkça anlatıyor kadın. “Herkesin bu hayatta bir sınavı var, benimki de böyle işte,” diyor. Ölünce oğluna ne olacağını düşünüyormuş, “Kim bakar ona benim gibi?” Benim neyim olduğumu soruyor, yanıt vermeme fırsat kalmadan kapının üstünde isim yanıp sönmeye başlıyor. Benim sıram geldi. “Geçmiş olsun teyzeciğim,” diyorum. Böyle deyince geçermiş gibi. Onları orada bırakıp kendi derdimin peşine düşüyorum. Tahlil, röntgen, yenilenmesi gereken MR randevusu derken aşağı yukarı koşuşturmam başlıyor. Kilometrelerce yolu ertesi gün tekrar gidip gelmemek için öğleden sonra çıkacak olan tahlil sonuçlarını alıp doktorla görüşmeyi beklerken saatler geçiyor. Nihayet hastaden çıkmak özgürlüğe kavuşmak gibi bir his yaratıyor. Kapının önünde başımı gökyüzüne kaldırıp, derin derin nefes alıyorum. Bir an önce metrobüse binip, evimin yolunu tutmak istiyorum. Biraz dinlenmeliyim. Otobüs durağının önünden geçip, üst geçide doğru yollanırken yaşlı kadını ve yanındaki adamı duraktaki bankta otururken görüyorum. Genç olan görünürlerde yok. Kör olan annesinin eline sıkı sıkı yapışmış. ‘İnsan ne kadar çaresiz olursa olsun güvendiği şeye tutunmak istiyor,’ diye düşünüyorum. Kadın başı önüne eğik, yorgun ve dalgın oturuyor. Hasta olan kimdi acaba? Oğlu mu, kadın mı? Yanlarına gidip selam versem mi bilemiyorum. Başımı önüme eğip koşar adım önlerinden geçiyorum.

‘Herkesin bu hayatta bir sınavı var…’  diyor içimdeki ses. Saate bakıyorum, akşam olmuş bile.  Bugün ölmedim ya ben de buna tutunuyorum.