Farmason Hakkı sırtında sivil gocuğu ve gocuğun altında Browning marka tabancası ile telgrafhanenin köşesini aydınlatan sokak lambasının altında göründüğünde vakit henüz gece yarısını bulmamıştı. Şam’ın düşmesinin ardından oklar iyiden iyiye Cemiyet’in üzerine çevrilmeye başladığından eskiden fırına giderken dahi üzerinden eksik etmediği subay kaputunu giymez olmuştu. Öyle ya, savaş zamanı askerlerin önünde el pençe duran halk mağlubiyetin sessizliği sokaklara düşmeye başladığı gibi açlığın, sefaletin müsebbibi bildiği bu haki giyimli adamları düşman bellerdi. Ardında kimsenin olmadığından emin olmak için sağı solu iyice kontrol ettikten sonra cebindeki anahtarı çıkarıp telgrafhanenin üç kez kilitlenmiş kapısını dikkatle açtı. Bundan beş sene önce aynı gergin adımlarla bu kapıdan içeri giren genç zabit, Cemiyetin fedailerinin Bâb-ı Âli’yi bastığının, dahası serdengeçti Yakup Cemil’in mendebur Nazım Paşa’yı alnının ortasından mıhladığının haberini alınca nasıl da sevinmişti. O gün iktidar tam anlamıyla Cemiyetin eline geçmişti. Saatlerce süren tel trafiğinin ardından Telgrafhaneden çıkarken göğsünün nasıl kabardığı geldi aklına. Nasıl vakur çıkmıştı o soğuk kış günü dışarıya?  Ya şimdi? Aradan geçen beş senenin ardından aynı telgrafhaneye ancak el ayak çekildikten sonra girebiliyor, takip edilmekten korktuğu için on adımda bir arkasına bakmadan sokaklarda yürüyemiyordu. Karanlık koridoru bir çırpıda geçti. Telgraf makinesinin bulunduğu iç odaya girince gocuğunu ve atkısını çıkardı. Elindekileri el yordamıyla bulduğu sandalyenin üzerine bıraktı. Görülmek kaygısını üzerinden atmanın verdiği rahatlıkla bir Nadir cigarası yaktı. Savaşın başında pek bir lezzetli gelen Nadir artık eski tadı vermiyordu. Ağzındaki alkamenin sebebi tütün rejisinde dönen bin bir dalavereyle bayat tütünlerin Nadir Fabrikasına kakalanması mıydı yoksa son birkaç ayda koca imparatorluktan geriye kala kala Anadolu’nun kalmasa mıydı bilemedi. Sigarasını yeni söndürmüştü ki kapının açıldığını duydu. Browningini çıkarıp horozu kurmuştu ki gül cemal Veysel’in “Neredesin ulan Farmason?” diye seslenen tanıdık sesiyle rahatladı. En müşkül zamanda dahi sevincini yitirmeyen Veysel Harbiye’den arkadaşıydı. İkili Harbiye’de okumak için geldikleri İstanbul’da geçirdikleri dört senenin ardından Makedonya’nın yolunu tutmuş, o dönem yolu İskender’in diyarına düşen diğer pek çok zabit gibi kendilerini bir anda Cemiyette bulmuştu. Veysel’in yüzünde korkuyu ilk kez orada, başlarının yanından fırfır öten Makedon, Bulgar mermileri geçerken görmüştü. Dağlarda komitacılıkla geçen iki senenin ardından Meşrutiyet ilan edilince orduda gerçekleştirilen alaylı kıyımının ardından oluşan boşluk nedeniyle bu kasabaya tayin edilen ikiliden Veysel askerlik şubesinin başına geçip savaş boyunca cepheden cepheye sürülecek vatan evlatlarının tespitinden sorumlu olmuştu. Kasabanın berisindeki süvari alayında görevlendirilen Hakkı ise  Bâb-ı Âli Hadisesinde telin başına geçip aldığı haberle kasım kasım kasılarak sokaklarda gezmesinin üzerinden henüz bir hafta geçmemişti ki gelen bir yıldırım emri üzerine alayıyla beraber Moskof hududunun yolunu tutmuştu. Çok geçmeden olay anlaşılmış, Erkan-ı Harbin ordunun olası bir Cihan Harbinde Kafkasları aşıp Turan’a varmasının hayallerini kurduğu ortaya çıkmıştı. Hakkı, Kafkas harekâtı başarısız olup da şark vilayetleri birer birer elden çıkmaya başlayınca çekilmek durumunda kaldıkları Bingöl’de çatışmalar sürerken göğsüne saplanan bir şarapnelin bedenine verdiği hasarın üzerine istirahat için geri gönderildi. Aradan geçen bir yıla rağmen eskisi gibi rahat nefes alamayan, kuvvetini bir türlü toparlayamayan genç zabit son bir seneyi kasabanın iaşe işlerinin organizasyonuyla geçirmişti. Daha ilk günden anlamıştı savaşı neden kaybettiklerini. Cephe gerisinde kimin eli kimin cebinde belli değildi. Bozuk mallar devlete satılıyor, bilmem kimin çiftliğinden açlıktan kırılan halka dağıtılmak üzere alınan hastalıklı hayvanlar daha kasabın kapısına varmadan düşüp telef oluyordu.  Stokçuluk, dalavere gırlaydı. Başta düzene çomak sokmaya kararlı olan Hakkı, bekçisinden ağır ceza reisine kasabadaki neredeyse her memurun –bir kısmı Cemiyet üyesiydi- bu karanlık işlerin içinde olduğunu anlayınca Cemiyete ve devlete olan inancını yitirmiş, üzerine çöken karamsarlıkla evinden çıkmaz olmuştu. Yalnız geçen bu sonbahar günlerinde savaş kaybedilip de mütarekeler başlayınca yüreği hepten kararan zabitin içi eski dostunu karşısında görünce az da olsa rahatladı. Islık çalarak yerini belli ettiği arkadaşı yanına varınca sıkı sıkı sarıldı. “Ne bu hal Farmason? Neden karanlıktasın?” Veysel sorunun cevabını beklemeden ellerini birbirine sürterek ısıtmaya koyulmuştu. “Ulan bana hesap soracağına cevap ver, ne diye içeride kimin olduğunu anlamadan adımı seslenirsin?” Hakkı, her daim takındığı güleç yüzü sebebiyle Harbiye’deki Alman topçu hocasının gül cemal lakabına mazhar bulduğu arkadaşına kızmaya çalışsa da ortada gerçekten bir tehlike olsa berikinin böyle davranmayacağını bildiğinden yumuşadı. Belki de kendisi kuruntu yapıyordu. Hem ne belliydi Cemiyetin sonunun geldiği? Memleketteki tüm kadrolar hala ellerindeydi. Savaş kaybedildi diye ülkede mi kaybedilmişti sanki? Tamam, Üç Paşalar hükümetten istifa etmişti ama halk kendilerini kurtarabilecek tek gücün yine Cemiyet olduğunu anlayacaktı elbet. Halkın tepkisinden daha vahimi Cemiyettekilerin Paşalar yurtdışına çıksın diye diretmeleriydi. Enver’siz, Talat’sız Cemiyet olur muydu hiç? Kafasında onca düşünceyle ayakta dikilirken eski dostunun boş bulduğu sandalyeye çoktan kurulmuş olduğunu fark edince Hakkı da az önce mabadıyla ısıttığı iskemleye çöktü.

“Ne o gül cemal, üşüdün mü? Tabi senin gibi karargâh subayına soğuk gelir bu hava. Sen  şömine başında evrak imzalarken biz tek kat kaputla Kafkasya dağlarında geziyorduk. Enver Paşa emreder o yana, Hafız Hakkı Paşa emreder öbür yana, karda kışta gez babam gez. Mevzi nöbetinde durduğu yerde donup ölen adam gördüm ben. Şimdi de hele, soğuk mu diyorsun sen buna?” Arkadaşının son zamanlarda yaşananların gerginliğiyle kendisine hücum ettiğini bilen Veysel, Hakkı’nın gönderdiği mektuplarda kendisini cephe gerisine aldırması için sağa sola ricacı olmasını defaten yazdığını hatırlasa da berikinin yüzüne vurmadı. Dahası kendisi cepheye arkadaşının yanına gitmek istemiş ancak savaşmaktan daha önemlisinin savaşacak adam bulmak olduğunu söyleyen Harbiye Nezareti bu isteğini geri çevirmişti. Eski dostuna anlayışla bakıp, “Bu aralar pek gerginsin. Savaş kaybedildi. Cemiyet de çözülmeye başladı, kabul. Ama bizim gibi zurnanın son deliklerine bir şey olmaz, merak etme sen. Bizim peşimize düşüp ne yapsın millet? Nereden çıkardın bunu allasen?”  diye sordu. Beriki arkadaşının rahatlığıyla iyiden iyiye çileden çıkıp bir anda parladı, “Haberleri almıyor musun? Her yanda çarşaf çarşaf liste yayınlanıyor. İttihatçı listesi… Neden mi? Savaşın acısını bizden çıkaracaklar da ondan. Softa takımı, gayrimüslimi, hepsi peşimize düşecek. Ahmet İzzet Paşa mı koruyacak bizi? Düşman ülkeye girdiği gibi gâvura yaranmak için hepimizi sallandırmazsa namerdim.”  Veysel bir kaç saniye karanlıkta zar zor donuk gözlere baktıktan sonra konuşmaya başladı. “Şimdi abarttın da tam saçmaladın Farmason. Ne günahımız var bizim? Bak ben bir garip şube reisiyim. Sen yaralı bir asker eskisi. Hem üstüne bir de farmasonsun. Kim ne yapabilir sana?”

Son cümleyi arkadaşını bir an olsun gülümsetebilmek için söylemişti ama Hakkı beklemeden yapıştırdı cevabı. “Büyük Efendi de farmasondu. Ama bak, bizimkiler Limni’de ateşkes pazarlığı yaparken o can korkusuyla gizlendiği daireden dışarı çıkamıyor.” Konuşmaya dalan Hakkı yaktığı kibritin aleviyle köstekli saatine bakıp vaktin gece yarısını geçtiğini görünce son havadisleri almak için telin başına geçti. Çevre vilayetleri birer birer ararken Adana’yı tel başında buldu. Tel tıkırdamaya başlarken Veysel de bugün yarın gelecek antlaşma haberinden paylarına ne düşeceğinin merakıyla omzunun ardından onu izliyordu.

“Antlaşma imzalandı. Gelen haberler Paşaların bugün yarın memleketi terk edeceği yönünde. İngilizler Cemiyetin tüm kadrolarının işten el çektirilip yargılanması konusunu diretmişler. Bu son telimiz olabilir. Allah’a emanet olun.”

Hakkı, günlerini korktukları haber ha geldi, ha gelecek diye zehir eden adamların havadisi aldıktan sonraki rahatlamasına benzer bir gevşeme hissetti bedeninde. Dönüp arkadaşına baktığında yüzünde beklemediği bir ifadeyle karşılaştı. Komitacılık günlerinin üzerinden uzun zaman geçmişti. Veysel’in yüzünde o zamandan beri ilk kez korku vardı.