Göğsünde büyük bir ağrıyla uyandı. Kalp krizi geçirmekte olduğunu düşündü. Hemen yerinden kalkmaya çalıştı. Ne yattığı yerden doğrulabiliyor ne de gözlerini açabiliyordu. Bu şekilde ölmek istemiyordu. Tekrar denedi. Ne mümkün, sanki göğsünün üzerine tonlarca ağırlık çökmüş gibiydi. Kalbine kör bir çivi çakılıyordu. Avazı çıktığı kadar bağırmak, birilerini yardıma çağırmak istedi. Sesi çıkmadı. Korktu. Çok soğuk bir yerdeydi. Nerede olduğunu kestiremiyordu. Daha önce bu denli üşüyüp üşümediğini hatırlamadı. Sanki tüm bedeni,  ağzına dek soğuk su dolu devasa bir tankın içine atılmış gibiydi. Bedeni suyu azıcık da olsa ılıtacağına daha da soğutuyordu. Üşüyen sadece bedeni değildi; damarlarında kan yerine sadece soğuk su dolanıyor gibiydi. Kalbi kan yerine tüm hücrelerine soğuk su pompalıyordu. Toplardamarları kirli, pis kan yerine soğuk su topluyordu. Kendisini çok zorladı. Ne yaptıysa bir türlü nerede olduğunu ve başına ne geldiğini hatırlayamadı. Tuhaf bir şekilde aklına çok eski ve gerçekleştiremediği bir hayali geldi. Belki de eski bir hayalini gerçekleştirmek için gezegenin en kuzey noktasına gelmişti ve buzlar üzerinde yürürken kırılmış ve içine düşmüştü. Böylesi zor bir anda bunu hatırlamış olduğuna şaşırdı, sonra da şaşırmış olduğuna şaşırdı. En büyük emeklilik hayali bu değil miydi? Gözlerini açmaya çalıştı yeniden ama başaramadı. Ellerini kıpırdatmak istedi, kıpırdatamadı. Bilinmez bir yerde, bilinmez bir zamandaydı. Korktu. Kendini zorladı. Çok zorladı. Zorladıkça sanki içinde bulunduğu soğuğun şiddeti artıyor giderek daha çok üşüyordu. Üşümesi arttıkça, içindeki korku büyüyordu. Birden zaten oldum olası soğuk ve karanlıktan çok korktuğu geldi aklına. ˝Neyse ki henüz aklım başımda şimdilik!˝ dedi kendine ve haline şükretti. Aklı yerindeydi çünkü çocukluğunun en korktuğu cezalandırılma şeklini hatırlamıştı. O zaman da karanlık ve soğuktan çok korkardı. Babasının terbiye yöntemi, konuşmak, ikna etmek, uyarmak, tatlılıkla halletmek değildi. En ufak bir yanlış yaptığında hiç mi hiç gözünün yaşına bakmaz, ağlaması, yalvarması bir fayda etmezdi;  elinden tuttuğu gibi banyoya kadar sürükler, korkudan tir tir titreyen bedenini boş bir çuval gibi öylesine taş banyonun ortasına atardı. Sonra kapıyı hırsla çeker ve üzerine kilitlerdi. Soğuk ve karanlık banyoda tüm bir geceyi geçirmiş olanın ne hissettiği babasının zerre umurunda olmazdı. Vicdansızlık ödülü veriliyor olsaydı kesin hep babası alırdı o ödülü. O cezanın ne denli büyük ve ürkütücü olduğunu ancak orada bir gece geçiren anlardı. Kimse kaçamazdı o cezadan; en çok cezalandırılan hep kendisi olurdu. Kız çocuğu olduğu için cezalandırıldığını düşünürdü çoğu zaman. Yine saçının bir teli mi görünmüştü ya da boy atmıştı da etek boyu mu kısa kalmıştı? Şimdi seneler önce ölmüş babası dirilmiş de kendisine yeniden ceza mı vermeye gelmişti? Aklına gelenden ürktü haliyle. Daha da üşüdü. Daha da arttı içinde bulunduğu karanlık. Karanlık korkusu hepten büyüdü.

Mekanik bir ses duydu. Sanki bir kapı açıldı ve kapandı. Önce ayak sesleri duydu sonra da anlam veremediği bir takım konuşmalar.

˝Hastamızın durumunda bugün bir iyileşme var mı? ”

“Yok hocam, durumu daha kötü.”

“Yakınları günlerdir bekleme salonunda bin bir ümitle bekliyor.”

“Artık onlara da söyleyelim, boşuna ümitlenmesinler bu tablodan dönüş olmaz.”

“Kocası ve çocukları bittiler, harap oldular hocam. Bilet işlerini halletmeye diye bir sabah evden çıkmış, çıkış o çıkış, hep beraber tatile gideceklermiş, meğer hep bunu hayal ederek yaşamış, freni patlayan bir kamyonun altında kalmış, bunca zaman yaşaması bile bir mucize.”

“Bünyesi çok sağlammış, çok direndi ancak buraya kadarmış.”

“Dünden beri değerleri daha da düştü, artık durumu ümitsiz!”

Kendisinden mi bahsediyorlardı? Karanlık ve soğuk oda neresiydi? Bekleme salonu nerenin bekleme salonuydu, bekleyenler kimdi? Bir kocası mı vardı? Ya çocukları? Adları neydi? Kime benziyorlardı? Hatırlayamıyordu. Cevabını bilmediği o kadar çok soru vardı ki!  Dipsiz bir karanlığa ve soğuğa daldıkça dalıyordu yeniden. Direnmek istiyordu. Sonsuz bir soğuk ve karanlık içinde büyüdükçe büyüyor, asırlık bir çınar gibi kök salıyordu.

Sesler kesildi. Mekanik ses bitti. Bilmediği başka sesler duyuyordu artık. Sonra çocukluğundan çok aşina bir ses çocukluğunun en güzel masalını anlatmaya başladı. Korkusu geçti, üşümesi bitti. Görmüyordu ama biliyordu annesi yanı başındaydı ve ona en sevdiği çocukluk masalını anlatıyordu.

Bir varmış bir yokmuş. Bir zamanlar çok güzel bir ülke varmış. O ülkede yaşayanlar eşit doğar belli bir yaşa dek eşit büyürmüş. Hayatın başlangıcında aralarındaki tek fark cinsiyetleriymiş.  Her yeni doğana, kişiye has bir zaman kumbarası verilirmiş. Ama içinde ne olduğunu kimse göremezmiş, sadece zaman olduğunu bilirlermiş.  Çünkü zaman görünmek istemezmiş. İnsanlar arasında görünmeden dolaşmayı pek severmiş. Kimine cimri, kimine de pek cömert davranırmış. Kimine göre çok değerli, kimine göreyse değeri olmayan bir şeymiş zaman. Çocukken herkesin zaman kumbaraları rengârenk bir şato şeklindeymiş. Yaş ilerledikçe, zamanla, zamanı nasıl kullandıklarına bağlı olarak şato şekilden şekle, renkten renge girermiş. Kumbarasını akıllı kullananlarınkiler hep ilk baştaki gibi kalırmış. Bir gün zamanı gelip hayatları bitmek üzereyken kumbaralarının içindeki zaman sona erdiğinde, ne korkar ne de üzülürlermiş çünkü bilirlermiş ki yeryüzü misafirliğinden çok güzel anılarla ayrılacaklar. Bu onlara çok iyi gelirmiş. Çok vakur bir şekilde geçip giderlermiş bu dünyadan.  Zaman kumbarasını kötü kullananların elindeyse geriye eski püskü teneke bir kutu kalırmış. Görmesi bile korkunç gelirmiş insana. Ruhlara korku salarmış teneke kumbara.

Masal bitince annesinin kendisinin uyuyup uyumadığını anlamak için sorduğu soruları ve verdiği nasihatleri hatırladı. Sanki annesi yine aynı soruları soruyordu. Çok cevap vermek isterdi oysa “Anne seni hiç dinlemedim, hayatımı ve zamanımı hep boşa harcadım, keşke zamanı geri sarabilsem, keşke yaşamıma yeniden başlayabilsem, keşke senin gibi pişmanlıklar içinde vermesem son nefesimi!” diyemedi.  Kirpiklerine sanki ıslak bir dudak değdi. Hafifçe gözlerini araladı. Karşısında annesi yoktu. Tam karşısında bir masa vardı.  Masanın üzerinde devasa bir kum saati, teneke bir kumbara ve dört dişli bir çark vardı. Kum saatinin üst kısmındaysa ancak bir iki yemek kaşığı kadar kum kalmıştı ve durmadan aşağıya doğru akıyordu kumlar.  Teneke kumbaranın içi dolu mu boş mu bilmiyordu. İçine büyük bir ateş düştü. Boşa geçen zamanlarını düşündü. Yüreği burkuldu. İçinde ne çok pişmanlık vardı. Derinden esef etti. Çok korktu ve ürktü. İlk defa ölmekten korktu. Sonsuzluk korkunç geldi. Bilinmezlik içini daha da üşüttü. Son bir gayretle yatağın içinde doğrulmaya çalıştı. Başaramadı. Ne gücü vardı ne de zamanı çünkü kum saatinin üst kısmındaki kum bitmek üzereydi. Dört dişli hareket etmeye başladı önce yavaştan sonra giderek hızlandı. Birden önce gözlerini sonra tüm başını gördü dişliler arasında. Dişliler hızlandıkça hızlanıyordu, önce masanın üstü, zaman kumbarası ve kum saati kanlar içinde kaldı, sonra da tüm oda…