Kapının önünde, birazdan eriyip yok olacak buzdan bir heykel gibi durmuş bana bakıyordu. Ya da yüzüne bulaşan, kırmızılığı henüz kurumamış kan lekeleri arasından gördüğüm ifadesiz gözlerini tesadüfen bana yöneltmişti de ben bana baktığını sandım. En fazla on üçlük bedeninin iki yanına, kendinden bağımsız birer külçe gibi düşmüş ellerinin titremesini hissetmediğine emindim. Saçı başı darmadağınık bu küçük kızın, gecenin bir yarısında, üzerinde kanlı bir gecelikle kapımı çalması neden şaşırtmamıştı beni?

Yanından usulca geçip karanlık koridora baktım. Biraz ilerde, pencereden giren ay ışığının karanlığı aydınlattığı yerde, gözüme bir an için ilişen keskin parlaklığa doğru yürüdüm. Yerde yatan ekmek bıçağını elime alıp, kan izlerini takip ettim. Bir alt kattaki orta dairenin – tam benim bulunduğum dairenin altı- kapısının önüne kadar geldim. Ne işim vardı benim burada? Yukarı çıkıp polis çağırmalıydım, yardım istemeliydim, çığlık atmalıydım, apartmandaki herkesi uyandırmalıydım. Ama yapamadım. Aralık duran kapıyı ayağımla ittim. Salonda, orta yaşlıca bir adam yüzükoyun yerde yatıyordu. Bir kan gölünün ortasında, çırılçıplak. Biraz ilerisinde aynı yaşlarda bir kadın sırt üstü yerde. Kendi kan gölünün ortasında. Hiç şaşırmadım. Neden şaşırmadım? Tanıdık geldi bu sahne bana. Gündelik gazetelerin üçüncü sayfasına çoktan haber olmuş bir sahne gibiydi. Tekrar tekrar yaşanan tekrarlar. 

Kan göletlerini, çıplak adamı, kadını bırakıp yukarı çıktım. Kız hâlâ kapıda duruyordu. Hâlâ erimemiş. Saçları kızıldı. Oysa ilk gördüğümde neden siyah sanmıştım? İçeri alıp, geceliğini çıkardım. Çocuk tenindeki morluklara baktım. Duşun altına soktum buzdan heykeli. Su, üzerindeki kanları temizledikçe, dudağındaki yara, boynundaki parmak izleri, yeni tomurcuklanan göğüslerindeki diş izleri ortaya çıktı. Bacaklarına hala kan süzülüyordu. Eğilip baktım. Yırtılmıştı. Pansuman yaptım. Savunmasız bedenini kurulayıp giydirdim. Kanepeye yatırıp üstünü örttüm. Geceliğini çöpe attım. Elime bir bez alıp koridordan alt kata kadar olan tüm izleri sildim. Evin içine girdim tekrar. Büfenin üzerinde duran bir resim çerçevesine takıldı gözüm. Anne, baba ve küçük kız. Arkada ışıl ışıl bir dönme dolap. Yerdeki cansız bedenlere baktım, sonra tekrar resme, dönme dolaba. Başım dönmeye başladı, döndü, döndü. Lunaparktaki çığlıklara, küçük kızın çığlıkları karıştı. Babanın böğürtüleri, annenin sessizliği girdi araya. “Yapma baba yapma. Anne, anne…” Kirli bedenler, terli bedenler, kanlı bedenler. Her yer karardı. Dönme dolap durdu ve sessizlik yerini çığlıklara bıraktı. Yukarı çıktığımda kız hâlâ uyuyordu. Kapıyı kilitledim. Polisi aradım isim vermeden. Az sonra sirenler girdi sokağa. Ayak sesleri, koşuşturmacalar, açılan kapılar, kapanan kapılar, çığlıklar, homurdanmalar. Sadece dinledim. Bir çift ayak sesi kapımın önünde durdu, zile bastı. Kapıyı açtım. Üniformalı bir adam durumu anlattı. Etrafta olağan dışı birilerini, bir şeyleri görüp görmediğimi sordu. “Hayır” diye yanıtladım. “Ya küçük bir kız?” “Hayır” dedim. “Ne küçük bir kız ne küçük bir ses ne de küçük bir olağan dışılık görmedim, duymadım.” “Zaten” dedim, “Gündelik gazetelerin üçüncü sayfasında yer alacak bir haberin olağan dışılığı ne olabilir ki!” Teşekkür etti adam. Teşekkür ettim. Kapıyı kapayıp kanepede yatan küçük kıza baktım. Saçları kızıldı. Tıpkı benim gibi. Neden ilk gördüğümde siyah sanmıştım bilmiyorum. 

Ertesi sabah uyandığımda, Van’a kalkan 14.15 trenine bir bilet daha almaya karar verdim. Tayin olduğum sağlık ocağındaki hemşirelerden biri bana bahçe içinde iki odalı bir ev ayarladığını söylemişti. Çok konforlu değilmiş, özellikle de büyük şehirden gelen biri için. Konfor aramadığımı söyledim ona. Suyunun, elektriğinin ve ağaç kokusunu duyabileceğim bir bahçesinin olması yeterliydi. “Merak etmeyin doktor hanım, tam sizin istediğinizi gibi bir ev.” 

Yıllar önce çocuk yurdunda, arkadaşları evcilik oynarken kanepede oturup saatlerce dışarıyı seyretmeyi tercih eden küçük kızı düşündüm. Tuvalette ellerine bakar, bir kalıp sabunu bitirinceye dek ovuşturarak avuçlarını yıkardı. Olmayan kan lekelerini musluğun altında akıtırdı. Bu yüzden kaç kez azar işitmişti yurt müdiresinden. Çok mu ucuzdu bu sabunlar, deli miydi? Su israfından başka bir şey değildi yaptığı. 

Ellerime baktım, gidip suyun altına tuttum. Mis gibi lavanta kokan bir sabun aldım, acele etmeden yıkadım. Uzun zamandır ilk defa, sabunu bitirmeden yerine koydum. 

Uyuyan küçük kıza yaklaştım. Nefesi rahatlamış gibiydi. Yanına kıvrıldım. Yarın sağlık ocağındaki o hemşireyi tekrar arayacaktım. “Tek başınıza mı geliyorsunuz doktor hanım?” diye sormuştu. Tuttuğu ev, küçük kız ve benim için yeter de artardı bile. 

Saçlarını okşadım, kokladım. Kızıldı. Tıpkı benim gibi. İlk gördüğümde siyah sanmıştım; çünkü saçlarım on üçümde siyahtı benim.