Denge; çok fazla çağrışımları olan bir sözcük, bir kavram.  Psikolojik, sosyal, toplumsal, ekonomik, siyasal hemen her zeminde karşımıza çıkıyor. İş ya da özel yaşamımızdaki tavır tutum ve davranışlarımızda, çevremizle olan ilişkilerimizde iletişimlerimizde, lâfımızda, sözümüzde, üslubumuzda, hissedişlerimizde, tepkilerimizde, eylemlerimizde, verdiğimiz/vermediğimiz  kararlarda, yaptığımız/yapmadığımız tercihlerde, seçimlerimizde, verdiklerimizde umduklarımızda aldıklarımızda, kısacası hayatın içinde karşılaştığımız yaşadığımız her durumda ihtiyacımız bu aslında; D E N G E!

Ne var ki; hiç de kolay değil dengeyi, ölçüyü tutturmak. İç içe ve bir bütün olduğumuz fiziksel/biyolojik, duygusal, zihinsel –düşünsel de diyebiliriz- ve ruhsal varlığımızın her bir parçası; hem kendi içlerinde hem de karşılıklı çatışma halinde olabiliyorlar ya da karşıt uçlarda dolaşabiliyorlar, daha en başta. Fiziksel/biyolojik varlığımızın iki olmazsa olmazını ele alalım örneğin; -aslında zihinsel ve duygusal varlığımızın da olmazsa olmazları-  beynimiz ve kalbimiz. Bu ikisi, hem kendi içlerinde farklı tellerden çalabiliyorlar hem karşıt uçlarda çatışma halinde olabiliyorlar çoğu zaman.

Misal; beynin sağ ve sol lobları birbirinden ayrı görevleri yerine getiriyor; sol tarafı matematiksel ve analitik işlerle uğraşırken, sağ taraf daha çok yaratıcılık, tasarım, hayal etme gibi artistik işlerle ilgileniyor. Sağ lobun daha çok duygularla, sol lobun daha çok mantıkla ilgili işleri yerine getirdiği biliniyor. Sol lob bedenin sağ tarafını idare ederken sağ lob, kalbin de içerisinde bulunduğu bedenin sol tarafını kontrol altında tutuyor. Öyleyse; mantık ve duygular arasındaki çekişme, beynin sol ve sağ loblarının savaşı olduğu kadar,  bir nevi beyin ve kalp arasındaki savaştır dersek, ne gerçeklikte ne de teşbihte hata yapmış olmayız herhalde… Ve, beyinle kalp arasında yapılan her savaş sonucunda bu ikisinden biri galip geliyor ve kararlarımızı bu sonuca göre alıyoruz. Teoride böyle açıklanıyor ama uygulamada aslında bu kadar net, bu kadar basit işlemiyor elbette bu mekanizma. Mantık ve duyguların kullanım oranı, insandan insana, toplumdan topluma değişiklik gösteriyor çünkü biyolojik olarak genetik mirasımızdan, eğitim, kültür, toplumsal kodlar, ekonomik sistemin dayatmaları, içinde yaşadığımız coğrafyaya kadar bir sürü etmen, ‘mantık – duygu’ kullanımı üzerinde söz sahibi.  

Örneğin Akdeniz insanının, duyguları uçlarda yaşama eğilimi;  dengeyi ölçüyü neden tutturamıyoruz, nerede kaçırıyoruz ipin ucunu? sorusunun cevaplarından biri olabilir pekala. Tadında bırakmıyor, her duyguyu dibine kadar yaşamayı seviyoruz. Aşk bir anda kara sevdaya dönüşüyor, hırs aniden ihtiras halini alıyor. Sıradan bir kızgınlığı gümbür gümbür bir öfkeye, sıradan bir yenilgiyi hezimete dönüştürüyoruz içimizde.

Ya siyahtayız, ya beyazda. Ya tefritlerdeyiz, ya ifratlarda…
Uçlarda yaşadığımız duygularla, davranışlarımızı da uçlara taşıyoruz.
Herhangi bir şeye kahkahalarla gülerken üç beş dakika sonra başka bir şey için hüngür hüngür ağlayabiliyoruz. Ya her şeyi çok ciddiye alıyoruz, ya da fazlasıyla “ti”ye. Yumurta kapıya dayanmadan bir işe kalkışmıyoruz, kervanı yolda düzüyoruz çoğu zaman. Dobra olmak patavatsız olmaya, cüretkâr olmak hadsiz ve densiz olmaya kadar hızla tırmanabiliyor.
Dengeyi bulamıyoruz bir türlü.

Ya çok veriyoruz; tükeniyoruz. Ya da çok büyük beklentiler içine giriyor; hayal kırıklığı yaşıyoruz. Aşırı sabır, sürekli fedakârlık, çokca “evet” örneğin; bir de bakıyoruz kocaman tavizler haline gelmiş ilişkilerimizde; emeğimiz sıradanlaşmış, değersizleşmiş, göreve ve hak edişe dönüşüvermiş. Aman o üzülmesin, aman bu kırılmasın derken, yaşamak istediğimiz hayatı değil, başkalarının hayatını yaşarken buluyoruz kendimizi. Sevgide de özveride de denge gidince, ölçü şaşınca, mutsuzluk başlıyor bu sefer, biçtiğimiz hayata sığmıyoruz, ya da bol geliyor yaşadıklarımız…

Peki, dengeye en ideal oranda nasıl yaklaşabiliriz?  Duygularda, mantıkta, düşüncede, eylemde sürekli bir denge durumunda yaşamak elbette mümkün değil. Ancak dengesizlik nasıl ki bu hayatın doğal bir parçasıysa, denge arayışı da doğal bir sonucu elbette. Çünkü bir organizma temelde denge ve uyum içerisinde olmak ister. Rahatsızlık veya hastalıklar kişinin bu dengeyi yitirmesi sonucunda ortaya çıkıyor. “Yaşamın amacı karşıtlıklar arasında denge kurmaktır” diyor Carl Gustav Jung. Denge; insanın düşünsel, duygusal, sosyal ve manevi alanlarda bir uyum elde edebilmesidir. Peki nasıl? sorusunun cevabını Aristoteles MÖ 350’lerde veriyor aslında: “Gerçek insanın yolu bilgece bir ölçülülük ve altın orta yoldan geçer, aşırılıklardan değil”.

Anlaşılan o ki; dengeye yaklaşmanın yolu, her şeyden aşırılığı kesip atmaktan, ölçülü olmaktan geçiyor. Daha az tüketim çılgını olsak mesala? Ya da daha fazla tutumlu olsak? Samimiyetsiz çokça “evet” yerine, dürüst bir “hayır” koysak? Abartıyla – sadeleşme arasında uçlarda olmasak? Ya siyahta ya beyazda durmayı yüceltmesek? Ara tonlarda grilerde olmayı; taviz vermek, ezik olmak, gerektiğinde karşı çıkamamak, taraf olmamak, kaçak dövüşmek, günü kurtarmak, derin sulardan uzak durmak, gibi gibi gibi zannetmesek… Denge üstüne konuşacak, yazacak ne çok şey var…

Bizler de Kiltablet ekibi olarak “bu sayımızda ‘DENGE’yi açalım, biçelim, keselim, dikelim,  oturtalım öykülerimizin içine, nasıl ve nerede kaçırıyorsak ipin ucunu, tam da oradan yakalamayı ya da tam da ordan kesip atmayı deneyelim; farkındalıklara aralanan bir pencere ya da ardına kadar açılan bir kapı olur belki de yazacağımız/yazacağınız öyküler… Olmaz mı?” dedik. Oldu, hem de çok güzel oldu!
Beş öykü ve bir söyleşi ile tamamladık bu sayımızı.
Okuyalım o zaman.