Kamera birçok görsel sanat alanının doğmasına neden olmuş, farklı alanlara da büyük etkiler yapmış bir ‘araç’. Edebiyatla olan bağı da oldukça güçlü. William K. Ivins, kameranın matbaanın icadından sonra en önemli icat olduğunu söylüyor. Yazı ve görüntü kuvvetli bağlarla iç içe geçen iki alan. Kimi zaman bir fotoğraf, edebi bir eserin ilham kaynağı oluyor, bazen de kelimelerle anlatılan bir kamera vasıtasıyla yeniden yaratılıyor. Bu çift yönlü etkileşime Orhan Pamuk’un ‘Resimli İstanbul’ adlı eseri ya da Edip Cansever’in ‘Fotoğrafta Çıkmak’ şiiri en iyi örnekler olarak verilebilir. Birbirini sürekli besleyen bu iki sanat dalı Susan Sontag’a göre -bir yandan da- felsefi bir çekişme içinde. Bir söyleşisinde Sontag anlatının çizgisel, yani başı sonu olduğunu, fotoğrafın ise anlık olduğunu söylüyor. Bu nedenle fotoğrafın dünyaya yaklaşımının yazarın görme biçimi ile rekabet halinde olduğunu iddia ediyor ve ekliyor:

 

“Birçok insan yaşamını sanki fotoğraf makineleri varmış gibi yaşarlar. Ama bir şeyi görebiliyorken, onu sözle ifade edemezler. Anlatım becerilerinde genel bir kırılma var ve çok az insan artık hikayeleri güzel bir şekilde anlatıyor.”

 

Ben de Kiltablet’in bu sayısını ‘kamera’ya ayırmak istedim. Amacım hayatımızın her alanına sızan imgelere inat, güzel hikayeler anlatmak.

 

Bu sayıda sekiz öykü bulacaksınız. Bunlardan ikisi bize kameranın aslında bir sanat ‘medium’u olduğunu hatırlatacak. Nezir Suyugül, Ara Güler anısına yazdığı bu öyküde, dilimizdeki kavram karmaşasına işaret ediyor ve ‘resim çekmek’ ile ‘fotoğraf çekmek’ arasındaki farkı irdeliyor. Kâmil Olgun’un ‘Kamera Salih’ adlı öyküsü ise ‘eser’in mülkiyetini sorguluyor. Bizleri ‘izleyici/okuyucu’ olmaksızın sanat eserinin ‘değeri/değersizliği’ üzerine düşünmeye sevk ediyor.

 

Diğer altı öykü ise ‘kamera’nın ayrı bir nesne olmaktan çıkıp, farklı amaçlarla hayatımızın içine ne denli derin girdiğini farklı boyutlarıyla gözler önüne seriyor. Nurdan Atay’ın ‘İş Görüşmesi’ adlı öyküsü güvenlik kamerası kavramını masaya yaratıyor. Kentin her yanına yayılmış MOBESE kameraları bizi sürekli gözetliyor. Bina girişleri, ticari işletmelerin içi dışı sürekli kayıt altında. Farkında olmadan kaç güvenlik kamerasının gizli kahramanlarıyız acaba?

 

Canan Kuzuloğlu’nun ‘Ceylan’ı da-benzer şekilde- ‘gözetleme’ kavramıyla ilgili. Öyküde söz edilen dürbünü bir metafor olarak algılamak mümkün. Oturduğumuz yerden başkalarının hayatlarını gözetlemeye bu kadar bayılıyor olmasak, sosyal medyada en çok zaman geçiren ilk beş ülkeden bir olur muyduk? Dilek Yılmaz’ın ‘Durup Dururken İnstagram Fenomeni’ adlı öyküsü de –gözetlenme– ile ilgili. Cep telefonu kayıtlarının artık güvenlik kameralarından daha yoğun bir şekilde bizi kaydetmesi ve rızamız dışında sosyal medyada kullanılması/paylaşılması sorunsalı üzerine. Bahar Uysal’ın ‘Kısmet Merdiveni de gözetle(n)menin kamusal alana taşınması anlamına gelen ‘canlı yayın’ yapma alışkanlığımızı hatırlatıyor bizlere.

 

Kameranın cep telefonuyla birleşmesiyle birlikte yeni bir hayat tarzına doğru da savruluverdik. Pek çok insan fotoğraftaki imgesi üzerinden kendini tanımlıyor. Gerçekle yüzleşmek yerine, sanal bir gerçeklikte yaşamayı tercih ediyoruz. Bunun getirdiği yalnızlık duygusunu, günlük hayatımızda gideremediğimiz ilgi açlığını artık sosyal medyada aldığımız ‘beğeni’ mesajlarıyla bastırmaya çalışıyoruz. Yasemin Pforr’un öyküsü kişinin İnstagram’da oluşturduğu imgenin gerçek benlik algısının yerine geçmesiyle ilgili. Sosyal medyada sunulan pırıltı dünyanın arkasındaki yoksunluğa ayna tutuyor.

 

Yıllar önce Amerikalı yerli halkların fotoğrafın insanın ruhunu çaldığına inandığını okuduğumda çok etkilenmiştim. Bu inanış günümüzde atalarla birlikte kaybolmuş elbette. Ben ise hâlâ, ne zaman ‘özçekim’ yaparken kazaya uğrayan kişiyle ilgili bir habere rastlasam bu sözü hatırlarım. Ebru Çelik’in öyküsü de bu talihsiz anlarla ilgili. Belki de eskiler önceden görmüşlerdi kameranın ruhumuzu yok edeceğini, kameraya çekilen hiçbir şeyin otantik yaşantı olamayacağını…

 

Ama neyse ki, edebiyat var. Her ne kadar etkilense de dijital veya analog kameradan, somut olarak üretilmiş –fotografik– bir imgenin, kelimelerle gösterilmemiş ama anlatılmış hikâyenin zihnimizde oluşturduğu bir deneyimin önüne geçmesi mümkün değil. Belki de bundandır, okuduğumuz romanların filme uyarlanmasında duyduğumuz hayal kırıklığı…

 

Yine Sontag’ın sözleriyle bitirelim. “Yazmak, gizemli bir edim. Yazan insan kavram ve uygulamanın farklı seviyelerinde, son derece aşırı bir uyarılmışlık ve bilinç halinde, büyük bir naiflik ve bilmezlik halinde olmak zorunda.”

 

Güzel öyküler ve iyi okumalar dileğiyle…