Canan Kuzuloğlu

– Tak, tak, tak!!!

– Herkes ayağa kalksın, karar açıklanacak! 

– Türkiye Cumhuriyeti Adalet Bakanlığı’nın Mahkememize vermiş olduğu yetkiye dayanarak, tutuklu Hasan Gözeten, Türk Ceza Kanununun …… maddesi, …… bendi uyarınca, eski eşini yaralayıp yardım almasını engelleyerek göz göre göre ölümüne sebebiyet vermekten 30 yıl, altı ay, bir gün hapis ve her gün 10 dakika tecrit cezasına çarptırılmıştır. 

– Mahkûmun son olarak söylemek istediği bir şey var mı?

– Var Hâkimanım! Önce sağlığınıza duacıyım. Şu bir gün ile on dakika meselesini kafam almadı da, onu soracaktım. 

– O bir gün olsa ne olur, olmasa ne olur?! On dakika olsa ne olur, olmasa ne olur demek istiyorsun. 

– Aynen efendim! 

– Anlaşıldı! Dinle o zaman: Kararı mahkeme başkanına tanınan vicdani takdir hakkımı kullanarak aldım. O bir günü hayatının en uzun günü olması dileğiyle, on dakikayı ise oturup da düşün niyetiyle verdim. Bugün sana komik gelen, günü geldiğinde hâlâ komik geliyorsa verilen cezalar işe yaramamış, adalet yerini bulmamış, yaptığınsa yanına kâr kalmış demektir. 

Oturum sona ermiştir. Mahkûmu götürebilirsiniz. 

– Hasan Gözeten kapıya! Tecrit zamanın!

– Tecritmiş! Ne tecriti be? Sanki burası tecrit yeri değil de, ne? Neyse, neyse, on dakika zaten, girip çıkıverecem işte! N’olcakmış ki her gün on dakikayla? Peh, peh! Karar almışmış! Yeter de almıştı. N’oldu sonra? Tövbe, tövbee! İnsanı zorla katil eder bunlar! Bendeki de kör talih! Düştük yine bir eksik eteğin eline. Kadın milleti değil mi topunun köküne kibrit suyu dökeceksin, diye söylenirken gardiyan tekrar seslendi. 

– Sağır mısın be adam, duymuyor musun?

– Geldim beyim, geldim diyerek alelacele gardiyanın peşine düştü. 

Tedirgindi. Yalnız kalmayı hiç sevmezdi. “Sadece on dakika, koyar mı sana aslanım?!” dedi. Kendini avutup yüreklendirse de, içi bir tuhaftı doğrusu. 

Koğuş hep bir ağızdan sözleşmişçesine “Kolay gelsin!” diyerek yolculamıştı bu yeni mahkûmu. Kimse belli etmese de, yeni ceza ne menem bir şey diye akıllara takılmıştı bir kere. Ne de olsa çoğu aynı yolda kırmışlardı testileri! Ya sıra onlara da gelirse, ya öyle, ya böyle diye diye, garip bir sessizlik çöktü üzerlerine. Bilinmezliğin soğuk eli bir adım ötelerindeydi artık. Derin bir huzursuzluk hâkim oldu.

Tecrit odasına varınca girmeden içeriye bir göz attı. Bu muymuş diye bıyık altı gülse de içinden atamadığı huzursuzluk şimdiden yiyip bitirmişti onu sanki. Her tarafı kapalı, eni iki, boyu beş adım, beton, gri, loş, duvar bir odaydı.

Gardiyan sert sesiyle, “Geç içeri!” diyerek yol verdi, arkasından da kendi girdi. Ortaya geldiklerinde uzun duvarın üzerinde aniden yanan ışık alt tarafında kömür karası bir çift gözü aydınlattı. Hasan irkildi. Sanki Yeter dirilmişti! Ne olduğunu anlamak için gardiyana döndü. Bu arada yere çizili bir dairenin tam ortasında durduğunu fark etti. Korkudan göz bebekleri irileşti. Neler oluyordu? Şaşkınlık içinde bakakaldı. 

Odanın duvarları kadar soğuk bir yüz ifadesi ve buz gibi ses tonuyla: “Her gün on dakika bu tabloya bakarak, önünde saygı duruşunda bulunacaksın. Hareket odaklı siren sistemi var. Duruşunu bozduğun an çalmaya başlar. Taa ki sen olman gereken yere dönene kadar ve çalma süresi dakikalarına eklenir.” diye açıklama yaptı Gardiyan. Tam çıkıyordu ki durup dönerek, “Resme zarar vereyim deme! Devletin malı, çok değerli… Hâkimanım makam odasından özel getirtti. Akıllı ol, müebbet yeme!” diye ekledi itici bir sesle. Çıktığı gibi kapıyı üzerine kilitledi. 

“Vay anam vay!” dedi Hasan başı elleri arasında. Sürekli gözlerinin taa içine bakan bu bir çift kara göz, derin bir dehliz, sessiz bir çığlık gibiydi, kendisini içine çekmeye hazırlanan. Kurtulmak istedi, adımını atmasıyla siren çalmaya başladı, hemen geri çekilerek, çemberin ortasındaki yerine geçti.

“Tamam lan tamam!” dedi, “N’olcakmış ki?! Alt tarafı bir çift göz! Anladık Yeter’in gözlerine benziyor da geberip gitti işte! Mezarından kalkıp gelecek hali yok ya! Bir de bana kızıyorlar, yarım akıllı bunlar, deyince. Nah ispatı! Aklınca beni korkutacak!” diye efelense de eli ayağı buza kesmiş, alnında boncuk boncuk terler birikmişti. 

“İt oğlu itler! Kımıldayacak delik bırakmamışlar. Nasıl da ayarlamışlar?” diyerek etrafına bakınırken yine göz göze geldiler. Göze göz, dişe diş vaziyetindeydiler. Bir an karşısında Yeter var sanıp elini kaldırdığı gibi indirmek istedi, siren yine çalmaya başladı. 

“Allah topunuzun cezasını versin, yeter köpoğlu köpekler!” diye bağırarak hemen geriye, yerine çekildi yeniden. 

Süre bitip kapı açıldığında yüzü kireç gibiydi, ömründen ömür gitmişti sanki! Gardiyan istifini bozmadan “Koğuşa!” dedi, yalpalayarak yürüyordu.

Altı ay bitmiş, bir gün gelmişti ki Yargıcın kapısı telaşla çalındı. Gir, der demez mübaşir içeri daldı. Pürtelaş, nefes nefese:  

– Hâkimanım, Hâkimanım duydunuz mu?

– Neyi Abbas Efendi? Sakin ol önce, lütfen!

– Hani şu sizin mahkûm ettiğiniz adam var ya, o işte, intihara teşebbüs etmiş!

– Hangi adam?

– Hani şu on dakikalık var ya, o!

– Anladım Abbas Efendi. Cezaevini ara, tabloyu geri göndersinler. 

– Peki Hâkimanım!

Odada yalnız kalınca tablonun asılı durduğu yere kaydı gözleri. Tozlu bir çerçeve izi duruyordu. Özledim seni, dedi. İlk tanıştıkları güne gitti aklı. Her zaman yaptığı gibi o gün de üniversitenin yakınındaki öğrenci kahvesine uğramıştı. Çayını yudumlarken masada bulduğu gazeteye bakıyordu. Sonlara doğru çevirdiği bir sayfada mıhlanıp kaldı. Bir çift kömür karası gözün hapsinde kalmıştı! O kadar etkilenmişti ki sayfayı geçemiyordu. Bir göz nasıl olur da bu kadar canlı resmedilebilir diye düşündü. Susturulmuş kadınların söylemek isteyip de söyleyemediklerini bir çift göz olmuş, oluk oluk akıtıyordu sanki! Kim dedi. Kim bu resmi yapan? İlk o zaman okumuştu Nuri İyem adını. O ana kadar büyük ustadan haberi bile olmadığını hatırlayınca gülümsedi. Gençlik işte, dedi. Nasıl da hemen yüksek sesle bağırıp sahibi var mı diye sormuştu. Olmadığını öğrenince katlayıp eve götürmüş, özenle kestiği gazete parçasını mahalle camcısına çerçeveletmişti hemen. Duvara astığında çok fazla bakmaya dayanamadığını fark etti. O kadar canlı ve hüzünlüydü ki içine işliyordu adeta! Bir de gerçeği olsa diye düşündü ve o an karar verdi, günü geldiğinde olacaktı.