Meltem Uzunkaya

Marmara iç denizine bakan, Trakya bölgesindeki bahçeli evime onu çağırdığımda böyle olacağını nereden bilirdim. Yardım etmek istemiştim. Bazen böyle olmaz mı olayların gelişimi? Birine yardım etmek isterken onun dengelerini daha çok bozarsınız. Ah aslında tam da bu yüzden epeydir insanlarla ilişkilerimi belli mesafede tutmaya nasıl da özen gösteriyordum. Kimsenin hayatında kelebek etkisi yaratmak istemiyordum. Söylediğim bir söz, bir yorum, bir soruya verdiğim cevap bile karşımdakinin sapacağı yolu değiştirebiliyor, sorumlu hissediyor, her seferinde kimsenin hayatında belirleyici olmayacağım diye kendi kendime söz veriyor, evime kapanıyor, sonra birileri tarafından kapımı açmaya tekrar zorlanıyordum. Başkalarını kendime yaklaştırmamak, yakınlaşmamak istiyordum. Hani şu üşüyen kirpiler hikâyesindeki gibi. Karlı ve soğuk bir günde üşüyen kirpiler ısınmak için birbirine yaklaşmışlar. O kadar yaklaşmışlar ki dikenleri birbirine batınca bu kez de uzaklaşmışlar birbirlerinden. Ama bu kez de yine üşüyüp tekrar yaklaşmışlar. Uzaklaşmışlar. Böyle böyle birbirlerine batmadıkları, canlarını acıtmadıkları ama aynı zamanda üşümedikleri mesafeyi, sınırı bulmuşlar ya hani. Ben de sayısız kez yaklaşıp uzaklaştıktan sonra epeydir üşümeyi göze almıştım aslında.  

Ama işte sesindeki o kesif hüzne ve bendeki acıma duyguma boyun eğmiş, belki de onun çektiği acıyla bana gelmesinden garip bir haz duymuş da olabilirim. Bir süredir yakınlaştığım her ilişkinin sonucu o kişiyle ilgili hayal kırıklığı yaşamama ve onu tümden kaybetmeme yol açıyordu. Yol açıyordu çünkü bir kez oluşan kalp kırıklığını altınla değil kille bile yapıştırmayı bilmiyordum. Hiç değilse bir kez olsun ender de olsa yaşanan yakınlığın sonunda pişmanlık ve kayıpla sonuçlanmayacağını test etme isteğiydi biraz da. Hadi itiraf edeyim bir süredir bir tıkanmışlık hissi yaşıyor, kendi sanatsal yaratım sürecimde onun son yaşadığı aşk kırgınlığını delice merak ediyordum. Aslında delice kıskanıyordum demeliyim. Sesindeki kederin sebebi buydu. Oysa şimdiye kadar tanıdığım en hayat dolu kadındı. Adı gibi, Işık.  

Kıskanıyordum, kıskanıyorduk bu yüzden. Biz ötekiler, yeterince sevemeyenler, âşık olacak kadar kendini bırakamayanlar, korkaklar, aşkın ancak kıyısına kıyısına gelebilenler, bir başkasını kendinden çok sevemeyenler. Hayatı zorunluluklarla sıkışanlar. En çok da ömründe sahici bir aşkı yaşamayı kendi kaprisleri yüzünden elinden kaçırmış olan hepimiz. Oysa en kibirsiz, en kaprissiz, en içten, en doğal ve samimi olanıydı aramızda… Gerçekten. Alçakça merak ediyordum bu güzel, aşk kadınının yazgısını. Asıl sebep buydu. Ben ve arkadaşlarım aşkın gölgesine, olasılığına bile dört elle sarılırken o birinden diğerine koşuyordu. Herkesi çok sevdiği için mi çok seviliyordu? Çok mu güzeldi? Hayır. Ondan güzel miydim? Evet!  

Bize ancak ondan geriye kalan kırık kalpleri teselli etmek kalırdı. Acı çekmez miydi? Kuşkusuz aşkı en derin yaşayanımız da oydu. Sevgisinin derinliği oranında büyüktü yitirdiği aşkın acısı da. Melankoli içinde yataklara düştüğü, yemeden içmeden kesilip akıl hastanesine yatmaya ramak kaldığı durumların çoğu kez tanığı olmuştuk. Bir kez hastaneye yatırmaya karar vermiştik ki ayağa kalktı. Birkaç arkadaş evine gittik. O zaman gördüm, eve kapandığı dönemde antikacılardan aldığı incecik değerli porselenleri tamir ettiği bir koleksiyon oluşturmuştu. En güzel parçalardan biri çini vazoydu. Onun o büyük aşkının hediyesi. Bir kriz anında vazoyu kırmış sonra da topladığı parçaları gümüş tozuyla yeniden birleştirmişti. Zikzaklı kırık hattının gümüşi kıvrımlarla dolandığı porselene, kırığı gizlemeden, baştan çıkarıcı yeni bir güzellik yaratmıştı. Bize bakıp “böylece kırıkları asla unutmazsınız” dedi. “Hem kırıksınız, hem de değil. Yaraların iyileştirici güzelliği işte. Değersizin değerliyle onarımı. Kintsukuroi.” Japonların altınla kaplama sanatı. Kendi aşk kırıklığını, parıltılı altınla kaplamış gibi anlamı ve derinliği artmış bir güzellikle yüzü aydınlanıyordu. Garip ama bu aşk acısı onu daha da güzelleştirmişti. Sanırım o günden sonra kendini kırıp dökecek ilişkilere daha da açık hale gelecek diye düşündüğümü hatırlıyorum.  

O günden sonra ne zaman aklıma gelse o resmi düşünür oldum. Rönesansın büyük ustası Leonardo’nun “Erminli genç kadın portresi” O zamanlar yaşamış olabilir miydi?  Tanrısal bir ışıkla ve gölgeyle boyanan yüzünün ifadesi bir inançsızı Tanrı’ya inanır kılmak içindi. Işığı, gölgesi, ifadesiyle.   

Ve çıktı geldi. Yaptığım çağrıya neden karşılık verdiğiniyse çok geçmeden anlayacaktım. Bahçeye girdiği an anlamış, pişman olmuştum. Evin üstünde durduğu hassas terazi bozulacak artık her şey değişecekti bu evde. Adımını attığı anda bir deprem olmuş, zemin sarsılmış gibi sendelediğimi hatırlıyorum. .

Güneşin batmak üzere olduğu akşam saatleriydi. Başındaki geniş kenarlı hasır şapkadan çıkan uzun kestane saçlarına boncuk örgüler takmış, çiçekli mini elbisesinin altında narin bacaklarını bileklerine kadar saran deri sandaletleri, rengârenk bilezikleriyle bir çingene güzeli kadar kışkırtıcı, bir o kadar masum durakladı. Bahçe kapısı gıcırdayarak açıldığında hepimiz ona bakakaldık. Köpek, uzaktaki bekçi, kedi ve ben. Dünya durmuş gibiydi. Oysa tüm dünyayı içine alan bir gülümsemeyle genişleyen evrenin kanıtı gibi, darmaduman ettiği zihinlerimize aldırmadan arazimizin yanındaki ayçiçek tarlasına büyülenerek bakıyordu.  O anda karar verdim, o ayçiçek tarlasına tam da böyle bakarken onu resmedecektim. Tarladaki ayçiçekleri, teker teker başını döndürmüş gibi geldi bana o anda. Onlarca, binlerce çiçek aynı anda değil, yavaş yavaş başını çevirmişti. Resmimde de ayçiçekleri ona dönerken yüzlerini, güneş de ona dönecekti. Çünkü o anda güneşin açısını değiştirip ışınlarını ona gönderdiğine yemin edebilirim. Sarsılmıştım. Çiçekteki her bir taneciğin merkezden uca uzanan spiral sarmalı gözümün önünde dönmeye başladı. Epeydir beni böyle harekete geçiren bir imge olsun sanmıyorum. Başım dönüyordu. Gün batımının o yumuşak, tatlı rengi altında teklifsiz durduğundan mı? Tül gibi elbisesinin altından hatları gözüken bacakları mı? Eylülün uçucu turuncu renginin, dutun yeşil yaprakları arasından önüne düşen yumuşak gölgesi mi? Yanımızdaki bahçede uzanan günebakanların ruhumuza nüfuz eden sapsarı varlığı mı? Hepsi, işte onun hayattaki varlığı bu denli sarsıcıydı. Ve ben onu çağırmakla hata ettiğimi anlamıştım.   

Demir kapının yanındaki dut ağacının altına yürüdü. O sırada ortaya çıkan rüzgâr, yaprakları hışır hışır sallarken, gözlerini kapatmış dinliyordu. Köpeğimiz havlayınca elini kaldırıp dudaklarına götürdü. Hayvan itaat edip sessizleşti. Hepimiz ona itaat etmek üzere büyülenmiş, bekliyorduk sanki. O ise gözlerini açmış ayçiçek tarlasına bakıyordu.

 “Biliyor musun” diye söze girdi. “Rüzgârda sallanan bir ağacın altında olmak, bir ayrıcalıktır. Senle konuşur o ağaç. Tuvali kesinlikle buraya, tam bu ağacın altına kurmalısın.

“Resmini yapacağımı nereden biliyorsun,” dedim.

“Bunun için geldim” dedi. “Fotoğrafını watsaptan gönderdiğin an ikna oldum. Günebakanlar yüzünden.” 

Sonraki günler bir hayal gibiydi. Hummalı bir çalışmaya girmiştik. Sanırım çektiği acıyı unutmanın bir yoluydu delice çalışması. Gece ne vakit yattığını görmüyordum. Ne kadar erken kalkarsam kalkayım o uyanmış ve çalışmaya başlamış oluyordu.  Sabah ışığını yakalamak diyordu, öğlen ışığı, ikindi ışığı, batan ışık… Her saniyeyi zamanın her saniyesini tutmak ve izini kâğıda geçirmek ister gibiydi. Coşku doluydu. Ona ayak uydurmak çok zordu. Acıkmıyor, susamıyor, tuvalin başından ayrılmıyordu. İkimiz de bahçeyi resmediyorduk. Güne bakanları. Ben, bahçe resmeden onu çiziyordum. Günebakanlar sadece figüratif olarak yer alıyordu tuvalimde. O ise irili ufaklı her biri farklı tonlarda ve büyüklüklerde, başka açılara bakan günebakanlar boyuyordu durmadan. Onlarla ilişkisi hezeyanlı bir biçim almıştı. Günün farklı saatlerinde çizdiği günebakanların ben de hipnotik bir etki yarattığını hatırlıyorum. Altın oran sarmalı diyordu. Fibonacci dizisine kafayı takmıştı, her yerde onu arıyordu. 0,1,1,2,3,5,8, … Sayılar arttıkça yaklaşılan o muhteşem 1.16 oranı. Doğaya ve insan vücuduna uygulanan ilahi güzellik. Çam kozalağından, salyangoz kabuğuna, yapraklara, ayçekirdeğine. Bahçeden topladıklarını büyüteçle inceliyor, eskizler çiziyordu. Her bir dikdörtgenden çıkarılan kareden sonraki dörtgenin kenar oranlarının birbirine bölümündeki sayı ve onlardan geçen spiral. Ay çekirdeklerini o şekilde yerleştirmeye çalışıyor, gün ışığını bir pergel gibi kullanıyordu. Tam olarak anlamıyordum. Ama oyuna katıldım ben de. Onunla beraberken başka türlü davranmanız mümkün değildir ki.

Bu kadar yoğun çalışma, uykusuzluk, yorgunluk ve ona ayak uydurma telaşı sonunda sinirlerimi yıpratmıştı. Ateşler içinde, tanımsız bir enfeksiyon hastalığından yatağa düştüm. Resmi bırakmış gün boyu bir büyücü gibi bana çorbalar kaynatıyordu. İçine ne kattığını bilmediğim türlü çeşit ot ve bitkiden başım dönüyor, gücümü toplayıp yataktan çıkamıyordum. Ateş nöbetlerinden uyandığım bir aralık beni öldürmeye çalıştığı gibi bir hezeyana saplandım. Neden bilmiyorum, altın orandandı belki. Birimizin sayıca eksik olması gerekiyordu. Telefonum nerde bilmiyordum. Eve gelen giden yoktu. Bekçi nereye kaybolmuştu bilmiyorum. Aslında tahmin edebiliyordum. Bekçiyle geceleri dövüşür gibi sevişiyorlardı, hayal meyal seslerini duyuyordum. Bu ikisinin beni öldüreceği fikrine kapılmıştım. Ev, paralar, arazi. Kâbuslarda beni yutan sarı spirallerde kayboluyordum.

Şimdi anlıyorum. Her güzellik yok edici ve çıldırtıcıdır. O da, günebakanlar da. Kendi gibi beni de yok ediyordu. 

Kâbus dolu günlerin kaçıncısıydı bilmiyorum. Gece yarısı bekçi beni güç bela uyandırdı. Adamcağız neredeyse beni kucaklayarak kaldırdı. Bahçeye çıktık. Ayçiçek tarlası gecenin karanlığı içinde cayır cayır yanıyordu. Her bir çiçek başı çığlıklar atıyordu gecede. Alevler göğe yükseliyordu. Dizlerimin üstüne çöktüm ve inanmadığım Tanrı’ya yakardım. 

“O nerede?” diye sordum. Bilmiyordu. 

O Erminli kadındı. Bir günebakan. Tapılan. Bir ressamın tuvaldeki çizimi. Dünyevi değildi. Işıktı, gölgeydi. Geldiği gibi gitti. O geceden sonra bir daha izine rastlamadım. 

Gün doğar doğmaz bahçeye indim. Neredeyse hiç uyumamıştım. Sendeleyerek ilerledim. Dut ağacında sallanıyordu. İpince boynu kırıldı kırılacak, iple ağaca asılmış bir günebakan çiçeği, yere düşürdüğü yüzü ve yapraklarıyla rüzgârda sağa sola sallanıyordu.