Dilek Yılmaz 

İşte yine buradayım. Yokuşun başında. Ağır ağır çıkıyorum. Hiç acelem yok. Bir yere mi yetişeceğim? Beni bir bekleyen mi var? Yolumu gözleyen? Merak eden? Zamanımı elimden geldiğince cömert harcama hakkına sahibim artık. Müsrifçe harcayacağım onu. Yok edip bitirmek istiyorum. Aslında hayatımı ağır çekime dönüştürmek niyetim. Her şeyi yavaşlatmak. Belki böyle yaparsam yeniden başlayacak gücü bulabilirim kendimde. 

Son iki aydır neredeyse her gün buradayım. Hava soğumaya başladı. Yokuşu yer yer kırmızı, sarı, kahverengi yapraklar kaplıyor. Bu mevsim hüzün duygumu besliyor. Tam da ihtiyacım olan şey. Yalnız bir adam için hazan mevsimi. Yerden bir yaprak alıyorum. Çınar ağacı dolu buralar. İnce damarlarının üzerinde ellerimi gezdiriyorum. Küçük bir çocuk gibi yaşlarla doluyor gözlerim. Erkekler ağlamaz derdi babam ama engel olamıyorum. Elimdeki küçük bir yaprak da olsa, yaşamın tükenişine şahit olmak duygulandırıyor beni. Ortasında biraz yeşil kalmış, içlere doğru kızarmış, uçları ise artık kurumuş. Geri dönüşü olmayan bir yok oluş. Ne hazin. Ama yine de çok güzel. Yok olup giderken bile bu kadar güzel olabilen tek şey doğa diye düşünüyorum. Dalmışım, kuruyan yerlerinden çok sıkıyorum yaprağı, dağılıp gidiyor avucumun içinde. Bunu da kırdın diyorum kendime. Hayatta hiçbir şeyi beceremeyen adam!

Benim merakım, aşırı ilgim, hırslarım, sonsuz arzularım, git gelli ruh hallerim. Öfke büyüyor içimde. İçimde hep tamamlayamadığım bir şeylerin eksikliği. Yokuşun ortasındayım. Aşiyan’a bir an önce varmak istiyorum. Koşar adım çıkıyorum. Müzenin girişine vardığımda ensemden ter boncuk boncuk iniyor. Nefes bile almadan güvenliği geçiyor salona dalıyorum. Sis’e ihtiyacım var. Ancak o tablonun karşısında öfkemi dindirebileceğimi biliyorum. Zaman içinde bir yolculuk, bir kader birliği, bir anlaşılma çabası, ortak bir kayboluş belki bulduğum. Sessiz bir çığlık. ‘Sis’ tablosunun karşısına geçince içimdeki sisi anlamlandırabiliyorum sadece. Aylardır kopkoyu bir grilik kapladı içimi. İçinde neler sakladığı bilinmeyen devasa bir boşluk. Tablodaki küçük sandaldaki adam benim. Sisin sakladığı devasa geminin altında kalıp param parça olacak olan. Tam tepede belli belirsiz bir güneş var ama sisi yaracak gücü yok. Ben o küçük kayığın içindeki adam gibi korkuyla ve şüpheyle beklemeyi bıraksam, artık savaşmasam, kendimi kabaran dalgalara teslim etsem?.. Ama yapamam ki yaşamak alnıma yazılmış bir kere. 

Çok yalnızım. Güvenlik görevlisi deli olduğumu düşünmeye başlamıştır. İki aydır, yani sen gideli, neredeyse her gün buradayım. Günlerdir tıraş olmadım. Sabahları yüzümü yıkarken bile aynaya bakmıyorum. Öyle kızgınım kendime. Neden bırakıp gittin ki sanki? Beni benden iyi tanıdığını söylerdin. Böyle olacağımı bilmiyor muydun? Belki de sebebi buydu. Benim içimi kaplayan sisi gördün ve… Öyle olmalı evet,  tablodaki güneş sensin. Evet, sensin. Işığını yaymaya çalıştın ama karanlık senden güçlü çıktı. Haklısın. Ama yine de biraz daha çabalayamaz mıydık? Şimdi solgun ışıklar altında umutsuz bir adam. İşte tam olarak ben buyum. Hiçbir şey başaramamış. Sevdiği kadını sahiplenememiş, baba bile olamamış biri. Sevdiklerimi bir bir kaybediyorum. Dertleşeceğim bir dostum bile yok. Aşiyan’a beni çeken bu. Tepede harika bir manzaranın içine kurulmuş yalnızlık şatosu. Ne çok konuşurduk Tevfik’i seninle. Halûk’a olan sevdasını, oğlunun açtığı yaralarını. Acısını hissederdik birlikte. Bak burada bile benimlesin yine. Ama sen yolunu çizdin. Biliyorum geri dönmezsin. Benim de bir çıkış yoluna ihtiyacım var. 

Görevli garip garip bakıyor yine galiba iç sesimle konuşmayı bıraktım. Gerçekten deliriyor olabilir miyim? Adamın bakışlarından kurtulmak için kendimi bahçeye atıyorum. Bitkin bir halde, Boğaz’a bakan banklardan birine. Yine gözlerimde yaşlar birikiyor. Yıllardır içimde tuttuğum yaşlar. Kucağımda bir sıcaklık hissediyorum. Öyle dalmışım ki algılarımı tamamen kapatmışım. Sıcaklıkla birlikte miyavlama sesini duyuyorum. Kedilerden hep korkarım aslında. Ama hiç bir şey yapmıyorum bu sefer. Öylece oturuyorum. Hayvan önce titriyor, kucağımda kendine yer yapıyor, sonra iyice yerleşiyor. Isınmaya ihtiyacı var. Büzülüyor, bir yumak oluyor. Sanki onun yeri hep kucağımmış gibi keyifli, mırlamaya başlıyor. Öylesine kirlenmiş ki tüyleri. Yer yer çamurlar kaplamış. Üzerinde koyulu açıklı çizgileri olan bir tekir yavrusu. Kucağıma oturmasına izin veriyorum ama dokunmaya korkuyorum. Sıcaklığını hissetmekse çok iyi geliyor. Nefes alış verişi, mırlaması sakinleştiriyor beni. Öfkem yavaş yavaş dağılıyor. Bir Boğaz’ın mavisine yeşiline bir de kucağımdaki küçük yavruya bakıyorum. Cesaretimi toplayıp ellerimi tüylerinin üzerinde gezdirdiğimde, o da bunu bekliyormuş gibi hareketleniyor göğsüme doğru tırmanıyor. Gözlerinden birinin yerinde olmadığını görüyorum. Diğeriyle ne kadar gördüğünü bilmiyorum. İlk aklıma gelen hemen alıp bir veterinere götürmek oluyor. ‘Sis’ deyiveriyorum. Benimle gelir misin?