Posta kutusuna her zamanki kayıtsızlıkla bakarken gördüm o pembe zarfı. Banka ekstrelerinin, faturaların, gereksiz bilgilendirmelerin dışında uzun zamandır, yok aslında, hiç mektup almamıştım şimdiye kadar. Mektuplaşma, tarihin sayfalarına gömülmemiş henüz demek ki. Mektup almak kadar, üzerindeki yazıyı tanıyamamak da şaşırttı beni. Bilgisayar maillerinde kullanılan fontlara, seçilen satır aralıklarına, eğik ya da kalın yazılara, üst üste nokta ve çift parantezlere o kadar alışkınım ama el yazısı… Mail atmak kadar kolay ve hızlı bir iletişim yerine, mektup… İlginç çok ilginç… Üstelik pembe bir zarf… Bir erkek göndermez. Hem de başka bir erkeğe! Bir kızdan geldiği kesin. Aşk mektubu olmalı, gizli bir hayranım mı varmış? Evde, zevkle açacağım, yıllanmış bir şarabı açar gibi.

“Sevgiliye,

Seninle geçirdiğimiz o yaz gecesini hiç unutmadım. Yıllar geçse de üzerinden, bir gün sana ulaşacağımı biliyordum, yaz aşkım. Bu haber seni çok şaşırtacak eminim ama bir anda yazacağım. Çocuğumuz artık altı yaşında ve cumartesi onun doğum günü. Seni onunla tanıştıracağım.

Öpücüklerimi buluşmamıza saklıyorum.

Cumartesi görüşmek üzere”

Bu nedir ya, şaka mı? Kim ki bu kadın? Nedir şimdi bu? Bir şeyler içmeliyim, kafam bulanıyor. Çocuk mu diyor, hem de altı yaşında? Dur yahu, olur mu? Altı yıl önce mi? Çocuk altı yaşında yazmış, demek yedi yıl önce. Yani ne oluyor ben yirmi yaşındayken. Demek ki… İki bin yedi yazı. O yaz acaba hangi kamptaydık? İmkânı yok, bulamıyorum. Fotoğraflara bakmalı… Yirmili yaşlar. En deli çağlarım. Çentik atma yarışları yaptığımız zamanlar. Rekora koşmanın gayreti içindeki delikanlılar. Peki ama niye şimdi? Yurt dışında olduğum için mi? Yine de ulaşılamaz değildim ki. Şimdi ben baba mı oldum? Kim bu kız? Ulan şu fotoğrafların arkasına yıllarını yazsaydın ya geri zekâlı. Ne dedim ya, iki bin yedi yazı mı? Demek üniversite ikideymişim. Bakayım kim vardı o zaman? Hah tamam ya, Suphilerle tanıştığım yaz. İşte, tamam Erdek’teki kamp. Selim’in arabayı aldığı zaman. Kimler vardı o yaz. Kimler, kimler? Selin sarışın olan. O olamaz çünkü sonra Selim’le çıktılar. Haberim olurdu. Başka, Merve. Kısa boylu, çok ateşli. Olabilir mi? Sanmam ya, bir kere mi neydi? O zaman lisede miydi? Dur bakayım bir fotoğraf. Yok, bulamıyorum. Hay Allah? Ne olacak şimdi? Ne diyeceğim bizimkilere. Aslında onlar sevinir belki de. Evlen, bir torun mürüvveti görelim deyip duruyorlardı. Alın size torun. Zahmetsiz, hazır. Geri zekâlı aklına neler geliyor, kadın kalp krizi geçirir duysa valla, peder de evlatlıktan reddeder. Eder mi eder?! Biz sana oku adam ol diye bir sürü para akıtalım, beyefendi gitsin orada burada sürtüp bir de koca bir çocukla dikilsin karşımıza, ben asker adamım diye başlar nutuklara, anneme kolonya yetişmez.

Ne yapsam? Dur ya, tabii babalık testi yaptırmadan. Ulan hemen tutuştum. Bakalım benden mi? Belki de bir tuzak bu… Bir de Serpil vardı. Mavi gözlü, inceden bir kız. Daha başkaları da olmalı. Hatırlayamıyorum artık. Bu kadar hızlı üç bardağı devirince… Biraz kestirsem…

….

-Kız, gönderdin mi mektupları?

-Gönderdim, gönderdim.

-Şimdi kaç kişi oldu?

-Bakayım. Tam yirmi iki kişi olmuş.

-Aman, birbirini tanıyacaklara göndermeseydin. Dikkat ettin değil mi?

-Ben bu işlerin ustası oldum, canların canı. Sen rahat ol, merak etme.

-Aferin kız, valla böyle böyle yırtacağız. Şimdi oltaya kaç kişi takılacak görelim.

-Geçen sefer ki adama çok üzüldüm ama. Adam ciddi ciddi çocuğu bağrına bastı. Meğer hep istermiş de karısı kısırmış. Bırakıp gidecektim çocuğu valla. Hem çocuğa da iyi olurdu. Kimsesizler yurdundan kurtulurdu. Sevaba girerdik.

-Sevaba girmek bize mi kaldı? Dellenme. Kurduk bir düzen gidiyoruz, ne güzel. Taş koyma, kırarım bacaklarını.

-Yok, yok, merak etme benim yer fıstığım. Hiç tongaya basar mıyım ben?

-Senden korkulur kız. Nereden de aklına gelir bu deli fikirler?

-Bankada çaycı kalacak değilim ya hep. Adres etiketlerini yapıştırırken aklıma geliverdi.

-O şeye çok güldüm hani. Yetmiş beş yaşındaki adama. Tirit, nasıl gaza geldi? Gördü senin gibi fıstığı nasıl atılıverdi üstüne.

-Ay, güldürme beni. Tutturmasın mı bir de evlenelim, evlenelim. Moruk. İçeride karısı baygınlık geçiriyor. Adam bana yapışmış, bir de öpmeye çalışıyor.

-Azmış, azmış. Seni zor aldık elinden Cemal’le.

-Valla siz beklemeseniz dışarıda, adam beni alıkoyacaktı. Hay Allah, iyi para koparmıştık ama ondan.

-Macera yaşamayan erkek de kalmamış ayol.

-Bu adamlar var ya, bir karılarına laf söyletmez, bir de uçkurlarına. İki yerden kıstırdın mı elinde oyuncak olurlar…

-Aman diyeyim, bu işin boku çıkmadan toparlayalım parsayı. Yakalanmayalım yine.

-Yer fıstığım, ağaç bitim, sen üzülme. Aklımda öyle bir şey daha var ki… Bu kez hiçbiri sıyıramayacak paçayı.

…..

Başım çatlıyor sanki. A ha, kâbus değilmiş, vallahi işte zarf. Yandım, şimdi ben. Ne yapsam ki? Bizimkilere söylesem mi? Kadıncağız zaten hasta. Yok, en iyisi Selim’le konuşayım. Onların da ağzına bir düştün mü artık, uğraş dur. Cumartesi diyordu, bugün günlerden… Olamaz, cumartesi valla. Hay Allah! Sıçtık… Bir yandan da merak etmiyor değilim. En çok da hangisi olduğunu? Hoppala kafayı mı yiyorum? Mektupta, tarih de yok. Başka cumartesi olmasın. Yok üç gün önce postalanmış, İstanbul kaşesi var. Kesin bugündür. Ev de leş gibi. Çocuk girer mi bu eve? Çıldıracağım şimdi. Şaşırdım ne yapacağımı. Eyvah! Zil çalıyor işte, geldiler!