Psikoloğumun muayenehanesinden çıktığımda, akşamın ilerleyen bir vaktiydi. Kışın en soğuk günlerinden birindeydik. Kalın paltoma, yün başlığıma, kürklü eldivenlerime rağmen titrememi durduramıyordum. Çenelerim birbirine çarpıyordu adeta. Bunda, babamı konuştuğumuz bugünkü seansın da payı vardı kuşkusuz.

Muayenehanenin karşı sokağına park ettiğim arabama zor ulaştım. Bir an önce eve varmam gerekiyordu. Arabayı çalıştırdım. Homurdandı biraz, zorlandı. Olsun, acelem vardı benim! Trafik ışıklarına aldırmıyor, basıyordum gaza. İbre delirmiş gibiydi.

Şimdi sen olsan, “Şu basit kuralı bile öğrenemedin!” derdin baba. Sonra da orada bırakmaz devam ederdin, “Ben hayatımda bir kez bile ısıtmadan çalıştırmadım arabayı. Tıkanır kalır araba, bir daha da çalıştıramazsın!”

“Bi-li-yo-rum! Ama senin, ısıtıncaya kadar harcayacağım benzinden haberin var mı?! Hem bırak şimdi bunları! Sen, benim ne halde olduğumu bi-li-yor- musun?” Yanımda olsan asla söyleyemeyeceğim bu cümleleri; ellerimi direksiyona vurarak, bar bar bağırarak söylüyordum şimdi.

Senden daha eğitimli olmama rağmen, zihinsel yeteneklerimden hep kuşku duydum sayende! İnandığım gerçekleri bile savunamadım karşında. Sen, ruhunu ve bedenini kaplayan, lütfen mazur gör, o cahil cesaretiyle öyle bir karşı savunmaya geçer, öyle bir etkisiz kılardın ki söylediklerimi; şaşar kalırdım! “Akılsız!” derdin yerli yersiz. Ama beni, bir şirketin CEO’su olmaya, bu sözüne duyduğum hırs ulaştırdı belki de. Nasıl bir akıl taşıdığımı ispatladım sana! Senin isteyip de yapamadığını yaptım!

Aylardır gidiyorum bu doktora. Sonuç: “Baba idefiksi”nin, hayatımı alt üst ettiği! Bir türlü kurtulamıyorum. Seni kaybettikten sonra bile, seninle yaşamaya devam ediyorum! Doktorum, “Duygularını kâğıda dök, her şeyi en ince ayrıntısına kadar yaz!” diyor, “ancak o zaman kurtulabilirsin!”

Yazıyorum!

Seninle hiç konuşamadık baba. O uzun ömründe, benimle sohbete hiç vakit ayıramadın sen! “Çocuk uykuda sevilir!”, “Oğlan çocuğuyla yüz göz olunmaz!”, “Ağır ol, sözün dinlensin!”lerin silinmez etkisi vardı ruhunda. Bu eski öğretilerden kurtulamadın, yeni dünyalara açamadın kapılarını! Oysa, genç yaşta şehir hayatına karışmış; kendi işini kurmuş, büyütmüş, hatırı sayılır bir tüccar olmuştun. Ama ana taşlar hep yerindeydi! Öyle ki, onlardan koparsan, sendeler düşersin diye korktuğunu sezerdim. Alçak gönüllülüğün erdemine inanan bir insan olmana rağmen -en azından böyle söylerdin- bir kibirlilik, bir üstten bakma vardı tavırlarında.

Bakış dedim de babacığım, seninle konuşurken doğrudan yüzüme, gözlerimin içine baktığını hiç görmedim ben. Ya başın önde, ya elinde tuttuğun bir nesneyi incelerken, ya gözlerin beni aşıp uzaklara dalarken yahut da sırtını dönüp giderken güya dinlerdin beni. Kelimelerim, buzdan bir duvara çarpardı sanki. Bu dinleyiş tarzına, annem de muhatap olurdu; ama erkek çocuk olduğum için ben daha çok etkilenirdim galiba. İsterdim ki, erkek erkeğe uzun sohbetlerimiz olsun. Öğrenmek istediğim, hayatla ilgili o kadar çok şey vardı ki; ama senden tevarüsle; iri yapılı, uzun boylu bir delikanlı olmama rağmen, ne ayakta dururken, ne otururken, hiç karşılaşmadı bakışlarımız!

Bu yüzüme bakmadan konuşmanın, ruhumda açtığı yaraları, şimdi sen abarttığımı düşüneceksin yine, akılsızlığıma vereceksin; ama ısrar ediyorum ruhumda açtığı yaraları, kelimelere dökmek mümkün değil. Zaten, bu mektubu yazarken, kelimelerin ne kadar yetersiz olduğunu fark ettim ben, ilk kez! Sen şimdi yine, “Söz gümüşse, sükût altındır!” diyeceksin ama o, eskidendi babacığım. Bugün modern psikolojide ‘sükût’a, ‘dinleme’ anlamı yüklüyorlar daha çok, oradaki ‘sükût’, senin tercih ettiğin gibi, ‘susma’ değil artık! Ayrıca, göz teması kuramayan bir kişiliği, samimi olmamakla suçluyor psikoloji bilimi. Bu konuda yapılmış sayısız araştırma var! (Sayende, bu konularda bir hayli bilgi sahibi oldum babacığım.)

Ben, oğlumun “ta gözünün içine baka baka konuşuyorum” baba. Gereken tepkileri de veriyorum zamanında kuşkusuz; ama çocuk, onu dinlediğimi, sözüne değer verdiğimi biliyor. Kişiliğine değer verdiğimi anlıyor. Babalığımla birlikte, beni sığınacağı bir dost gibi de görüyor. Bir insanın yaşamında bunun ne kadar önemli olduğunu, benden daha iyi kimse bilemez! Sen hep, torunun için: “Bu oğlan iyi yetişmeyecek, kız gibi olacak!” derdin ya, ne yapayım baba, kuyuya mı sallandırayım, erkek gibi yetişsin diye?!

Henüz taşrada oturduğumuz yıllardı. Yazı geçirdiğimiz bağ evinde elektrik olmadığı için geceleri çok korkardım, hatırlar mısın, odanızda yatmak isterdim. Sen kızardın. Kız gibi korkakmışım! Yatağımı dama serdirip tek başıma yatırırdın beni, cesur olmam için.

Bu yüzden hâlâ korkularım var!

Bir gün de kuyuya indirdin beni! On yaşlarında vardım. Yaz sonuydu, hatırlar mısın? Kuyudaki su bitmişti. Yeni senenin karını içine toplamamız için kuyunun temizlenmesi gerekiyordu; ama ağzı çok dardı. Ancak bir çocuk inebilirdi bu temizlik için. O da bendim! Sana göre bu iniş, benim eğitimimin de bir parçası olacaktı. Oğlan evladı, cesur olmalıydı ya! Ölesiye korkuyordum. Annem de izin vermiyordu kuyuya sarkıtılmama. “Aman Bey, kurbanın olayım…” diye başlayan cümlelerini art arda sıralıyor, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Ben de ağlıyordum, tepiniyordum inmem diye.

Hepimiz olayı büyütüyorduk sana göre. Aklımız, bunu bilhassa annem için söylüyordun, ermiyordu. Beni böyle korkak, böyle ürkek yetiştiren oydu zaten. Aynı yaşlardayken seni kaç defa sallamışlardı kuyuya. Temizleyip çıkmıştın. Hem kuyunun dibinde su bile görünmüyordu. Biz saçmalıyorduk! Ömür boyu nefret ettim bu kelimeden.

Sonunda yaptın istediğini. Belime kuyunun kalın urganını bağlayıp, sarkıttın aşağı!

Dışarı çıktığımda ölüden farksızdım. Annem kucaklayıp yatağıma yatırdı. Şekerli sular içirdi, parmağıyla damağımı yukarı çekti, ödüm patlamasın diye. İçin için ağladı sabaha kadar. Bağ komşuları seni takdir ettiler. Ne kadar da gururlanmıştın! Ben, yatağıma işedim o gece!

Okuldaki öğretmenim, senin tabirinle ‘şehir züppesi’, iki ev ötemizde otururdu. Olayı duyunca geldi. İlk kez o fark etti göz aklarımın sarıya döndüğünü. ‘İdrar tahlili yaptırın’ dedi. Tahlil de neymiş, onun sözüyle mi hareket edecektin sen?!!! Ertesi gün idrarım kopkoyu geldi. Kan zannettim, çok korktum. Tuvaletten çıkınca, olanca gücümle yumrukladım göğsünü, küfür ettim. Bu sana karşı gelişim, ilk ve sondu babacığım. Dövmedin. ‘Bir pişmanlık kırıntısı taşıyor muydun içinde acaba?’ diye bugün bile hâlâ düşünürüm. “Allah ıslah etsin seni. Çocuk çok korktu, ondan oldu” diye bağırdı annem, her şeyi göze alarak. Sarılık olmuştum!

Sana karşı çaresizdik baba. Sen, çok güçlüydün ya da ben öyle görüyordum seni o yaşımda; disiplinliydin, kararlıydın. Sana uygulanan eğitim, meyvesini vermişti ama duygularını da söküp almıştı içinden. Bugün bile duygularının tamamen yok olmadığını ümit etmek istiyorum!

O korku gününden sonra büsbütün koptuk birbirimizden. Senin istediğin gibi yetişmiyordum. Bu arızalı tohum, senin olamazdı. Ben, annemin korumacılığına sığındıkça, sen büsbütün yok saydın beni! Yaşım ilerledikçe, ben, annemi koruyup kollar hale geldim. O zaman da, ‘ana-oğul, bir oldular!’ teranesine sığındın. Arada bir, ben de bu sözünü kullanıyorum galiba baba; ama haksızsam geri alıyorum. Oysa sen, mutlaka haklı bir yan bulurdun kendine. Karşındakini suçlu hissettirecek bir şey mutlaka bulurdun!

Okuduğum kitaplar, görüştüğüm arkadaşlar, savunduğum fikirler hepsi suç; hepsi karşıt görüştü senin için. Züppelikti. Madem ki böyleydi, o halde ne hali varsa görsündü oğlun!

Beni, ömrümün en önemli dönemlerinde yalnız, tek başına bıraktığın halde, hayatın üstesinden gelişimi hazmedemedin bu kez de. Mesela, iş hayatındaki başarım, seni pek fazla ilgilendirmedi. Senin için herhangi bir havadisten öteye geçemedi gazetelerde hakkımda yazılıp çizilen sayısız övgüler. Ben, senin için hep “kuyuya sallanmaktan korkan, akılsız züppe” olarak kaldım! Oysa samimiyetle konuşup anlaşamaz mıydık? Ama aramızda, daha doğrusu senin tarafında eksik olan, tam da buydu! Samimiyetsizlik!

Doktorum senin, C tipi olduğunu saptadı babacığım. A ve B tiplerinden sonra, psikoloji literatürüne yeni giren bir sınıflamaymış bu. Sürekli beğenilme ve onaylanma ihtiyacı içinde olurlarmış bu tipler.

Belki biraz geç kaldım; ama bir beğeni olarak kabul edersen babacığım, psikoloji bilimini özel bir örnek olarak zenginleştirdiğini söyleyebilirim!

Saygılarımla,

Oğlun

* Oğuz Atay’ın “Babam’a Mektup” öyküsünden esinlenerek yazılmıştır. Büyük Usta’ya saygılarla.