Her sokağa çıktığımda, kitapçının önünden geçiyorsam eğer, o kitapçıya girme, kitapların kendisine has kokusunu içime çekme, kitapları karıştırma dürtüsüyle dolarım. Çoğu zaman da en az bir veya birkaç kitap alır çıkarım oradan. Okuma listesi çıkaranlardan olmadığımdan, karıştırırken o anda ya kapağından, ya arkasındaki açıklamadan ya da içindeki bir cümleden beni içine alan kitaplar olur bunlar. Bu nedenle kütüphanemde sayısı sürekli değişen ama asla tükenmeyen “okunacak kitaplar” bulunur. Bir kitap bitip yenisine başlayacağım zaman bu ‟okunacak kitaplar” rafının önünde durur, kitaplar arasında elimi gezdirir, beni çağıran bir kitabı alır onu okumaya başlarım. Genellikle o anki ruh durumuma uygun, beynimde uçuşan düşüncelerin karşılığı olan bir kitap olur bu. Bu güne kadar asla planlı programlı kitap okuyamadım, okuma listelerim hiç olmadı. Bu, beni okur olarak nereye koyar bilemiyorum.

Yaklaşık bir hafta önce bitirmiş olduğum kitabı sindirmiş, etkisinden yavaş yavaş sıyrılmış olarak yeni bir kitap seçmek üzere gene geçtim rafın karşısına. Doris Dörrie’nin öyküleri ile Gabriel Garcia Marquez’in Benim Hüzünlü Orospularım el uzattı bu defa. İkisini de elime alıp karıştırmaya başladım. Dörrie’nin kitabının ilk öyküsü olan Bin Dokuz Yüz Altmış Sekiz’ in ilk cümlesinde geçen göğüs durumu nedense ilgimi pek çekmedi. Marquez’in kitabının ilk cümlesi “Doksanıncı yaşımda, kendime bakire bir yeniyetmeyle çılgınca bir aşk gecesi armağan etmek istedim. “ ise içinde barındırdığı doksan yaş, bakire, yeniyetme, çılgınca ve aşk gecesi gibi birbirine tezat, yan yana durması bile garip kelimeleri ile kışkırtıcıydı.

Doksan yaş! Dile kolay… Bir ömür, hem de uzun bir ömür. Nasıl dolar ki bu kadar zaman? Yapmak istediklerini öteleye öteleye mi gelirdi insan bu yaşlara sıkılmadan? Yoksa yaptıkça, okul bitince, evlenince, çocuk sahibi olunca, işte ilerleyince, emekli olunca gibi her aşamada yeni hedefler, yeni hayallerle mi gelebilirdi insan bu yaşa? Belli bir yaştan sonra insan bedeninin getirdiği kısıtlamalarla hayaller de kısıtlanmaz mıydı? O yaşa gelebilse bile bir insan, böyle bir arzusu olur muydu gerçekten? O yaşa gelmiş birinin neden böyle bir arzusu olurdu? Beynime üşüşen onca soruya rağmen, ilk cümlenin içine sıkışmış yalnızlık, sevgisizlik, hüzün ve acı yüreğimi burktu.

1927 doğumlu Kolombiyalı bir yazar olan Marquez’in 2014 yılında ölümünden önce yazdığı son kitap bu kitap. 1994 yılında yazdığı Aşk ve Öbür Cinler’den tam on yıl sonra yazar bu novellayı. Giriş cümlesinden her ne kadar Nabokov’un Lolita’sıyla paralellik göstereceği hissine kapılsa da okur, hikâye yaşlılık, yalnızlık, sevgi, aşk temaları etrafında şekillenir. İsimsiz ana karakterimizin doksanıncı yaş gününde çılgınca bir aşk yaşamayı hayal ettiği on dört yaşındaki bakirenin kitap boyunca konuştuğunu duymaz okur. Sadece çıplak, uyuşturucu verilmiş olarak yatar yatakta. Hikâye ana karakterin ağzından ben diliyle anlatılır. Kendisinin tam tersi şekilde davranmasına rağmen aslen  çirkin, çekingen ve çağdışı olduğunu söyler. O güne kadar para karşılığı olmadan kimseyle sevişmemiştir. Doksanıncı doğum gününde tüm dürüstlüğüyle kendini anlatmayı ister çünkü diğer ölüp gidenlerin aksine hayatında yeni bir başlangıç yapmak istemektedir. Trajikomik! 

Kendin olmayı yadsıyarak hatta zaman içinde unutup hep başkalarının istediği biçimde davranmak ya da karakterimizin yaptığı gibi aşktan kaçıp tensel zevki satın almak, sevgiyi hak ettiğine dair bir öz güven eksikliği değil mi? Olduğun gibi kabulün mümkün olmadığına dair kesin inancın insanın cesaretini kırdığı, karanlık bir hücrenin içinde nefessiz bıraktığı zavallı bir durum…

Tanıdık bir duygunun sahiline taşıdığından o ilk cümle, kitaba iştahla devam ettim. Tanış olmadığı sevme duygusu içinde nasıl yoğrulduğunu, belki bütün ömrü boyunca kendine yarattığı rutinler içinde kendinden nasıl kaçtığını, sevgi denen o büyüleyici enerji ile bütünleştikçe nasıl kendiyle ve geç kalınmış bir hayatla barıştığını izledim sayfalar boyunca. “Doksanıncı yaşım geçip giderken, onun sayesinde ilk kez kendi doğal halimle yüz yüze geliyordum.” cümlesi ise kaybedilmiş onlarca yılı düşününce  ne kadar hazin…

Hep uyurken izlediği Delgadina’yı bir gün uyanık, giyimli görme korkusunu o kadar iyi anlıyorum ki! Yaratılan, hayal edilen, tutunulan aşkın, yaşam sevincinin yerle bir olması anlamına gelebilir bu. İnsan sevdiğinde gerçekten karşısındaki kişiyi değil de, hayalinde yarattığı kişiyi seviyor aslında. Belki de onu olduğu gibi görmek istemeden, ona atfettiğin özellikler, hatalarına, kötü yanlarına onun adına bulduğun açıklamalara tutunabildiğin kadar sürüyor aşklar. Kulağa geldiği kadar korkunç bir şey değil bu. Hepimizin yaptığı ama idealist bir yaklaşımla “onu olduğu gibi kabul ediyorum “ söylemi içinde kendini kandırdığı bir durum. Karşımızdakini hayalimizdeki gibi kabul edi-yoruz gerçekte. Karakterimiz de kendi hayal dünyasında yarattığı Delgadina’yla ilişki yaşıyor kafasında. Onu seviyor, kıskanıyor, küsüyor… Doksan yaşına kadar tatmadığı duyguları tadıyor bu vesileyle.

Seksen yaşında ölümle randevusuna hazırlanırken, babamın yanında kendini ona adamış eşini hatırladıkça “Dünyada tek başına ölmekten daha büyük bir felaket olmaz “ cümlesi daha vurucu bir anlam kazanıyor benim için. Hele kahramanımızı yatağında ağırlamış eski orospulardan Casilda’nın “ Allah’tan benim Çinli’yi tam zamanında buldum. İnsanın küçük parmağıyla evli olması gibi bir şey, ama yalnızca bana ait.” cümlesindeki “yalnızca bana ait” kısmı öyle vurucu ki! 

Gittikçe sevginin, aşkın hovardaca harcandığı, tek kişilik yaşamların arttığı günümüzde bu iki cimlenin önemini kavramak için belki de belli bir yaşın üzerinde olmak, yalnızlıktan, senin için çarpan herhangi yüreğin olmamasının ağırlığından nasibini almış olmak gerek.  Gene aynı orospunun “ Âşık olarak düzüşme zevkini denemeden ölmeye kalkma sakın.” cümlesi ise, bugünlerde epeyce ayağa düşmüş derin bir aşkın yatağa girdiğinde, o hayvansı birleşmeyi nasıl da değiştirip büyülü bir hale soktuğunu hatırlatıyor bana. Ana karakterin bütün iticiliğine rağmen, Marquez onun yalnız ve zavallı taraflarını okura aktararak ondan nefret etmek yerine ona acımamızı ve muhtemelen yakın ölümünden önce bunca senelik yaşamını anlamlı kılacak seye ulaşmasına sevinmemizi, yarın ölecek olsak hayatımızın anlamlı kılacak bir şeye sahip olup olmadığımızı sorgulatıyor bu kitabında. Her ne kadar kendisi bu kitabı yazdığında yetmiş yedi yaşındaydıysa da 1999 yılında konmuş kanser teşhisi yazarı bu sorgulamaya itmiş olabilir. 

Kitabın final cümlesi ise, burada yazmayacağım ki kitabı okumaya niyetli olanlar için heyecan kaçmasın, bana her zaman inandığım, inanmaktan asla vaz geçmediğim, bilakis daha da sıkı sıkı yapıştığım yaşamdaki tek gerçeğin sevgi olduğu ve tüm güzelliklerin, iyiliklerin sevginin varlığında ortaya çıktığı tezime bir gönderme âdeta.

Her ne kadar Marquez’i büyülü gerçekçiliğin temsilcisi olarak biliyorsak da bu kitapta bu tekniği fazla kullanmamış. Karakterimizin Delgadina’yla ilgili kurduğu hayallerde o fantastik dilinin büyüsü çıkıyor ortaya. Farklı bir Marquez kitabı olmasına rağmen içgüdüme güvenerek Marquez’in bu kısacık kitabını okumak, hırs, öfke ve gücü düstur edinmiş dünyamızda sevgiye olan sarsılmış inancımı tazeliyor yeniden. Marquez Usta’ya teşekkürlerimi yolluyorum içimden.

Benim Hüzünlü Orospularım – Gabriel Garcia Marquez

Can Yayınları

İstanbul, 2013 32. Baskı

96 Sayfa