Kan ter içinde açtı gözlerini, korkudan nefes nefese kalmıştı. Hani bazen donakalır, kımıldayamaz ya insan, işte aynen öyle. Gözlerini açar açmaz ilk gördüğü şey tavandaki isli ampulün donuk ışığı ve pencerenin sol üst köşesinde tam kırk altı gündür bozulmadan duran örümcek ağı oldu. Ağını ördükten sonra bir daha uğramamıştı odaya siyah uzun bacaklı örümcek. Ashley’nin de odasına uğrayan yoktu. İlk iki ay ziyaretçi yasak demişlerdi; hoş onun da kimseyi pek istediği yoktu ama yine de kırk altı gündür örümcek ağının sadık bekçisi gibi aynı odada uyanmak yavaş yavaş kâbusu olmaya başlamıştı. İlk birkaç dakika nerede olduğunu hatırlayamadı. İlaçların dozunu arttırdıklarından beri bu sıklıkla başına geliyordu. Sonra yavaş yavaş kafasını kapıya doğru çevirdi, beyaz ahşap kapıyı ve üst tarafındaki önünde demir parmaklıklar yerleştirilmiş küçücük kare pencereyi gördü. Kapının tam dibine gidip parmak ucuna kalktığında dışarıdaki koridorun sadece belli bir bölümünü görebildiğin yükseklikte anlamsız bir pencere işte. 278 numaralı odanın diğer odalarla tıpatıp aynı olan küçük ve hiçbir yere açılmayan penceresi. Evet, hastane odasındaydı, yine… Hem de 278 numaralı odada, tam kırk altı gündür, aynı odada uyanıyor, aynı odada uyuyor, aynı odada duş alıyordu. Üzerinde mavi rengin hakim olduğu ekose desenli aynı battaniye ve etrafında insanın sinirini bozacak kadar derin, aynı sessizlik. Yatağında doğrulmaya çalıştı ama bileklerinin yatağın soğuk parmaklıklarına bağlı olduğunu görünce hemşireye seslendi. Kendine zarar vermeyeli haftalar olmuştu ama yine de hastane yönetmeliği gereği bağlıyorlardı bileklerini meşin kayışlarla. Yaklaşık dört dakika sonra suratı hiçbir zaman gülmeyen, saçlarını anlamsızca sımsıkı geriye toplamış, hafif toplu- yok yok, bildiğin epey kilolu hemşire kapıda belirdi. Ashley’e “günaydın” dedi ve bileklerini çözdü. Çıt çıkarmadan beraber koridordaki tuvalete yürüdüler. Uzun zamandır ilk defa tuvaletteki aynada yüzüne baktı. Gözlerinin altındaki morluklar biraz kaybolmaya başlamıştı sanki, aynada biraz kendini seyretti Ashley. Parmak uçlarıyla göz çevresine dokundu, saçlarını geriye savurdu, buz gibi suyla ellerini yüzünü yıkadı. Yüzüne biraz renk mi gelmişti ne? Ama hala sağ kaşının üzerindeki dikişin izi belli oluyordu. İlaçlar yüzünden kesinlikle hatırlamıyordu o izin nasıl olduğunu. Aynada kendini incelerken suratsız hemşire “haydi ilaç zamanı” diyerek yavaşça koluna girdi ve beraberce sessiz koridordan geçip üst kata laboratuvarların oraya yürüdüler.
Doktorların ofislerinden geçerken keskin kahve kokusu Ashley’nin ciğerlerini doldurdu. Birden kalbi hızla atmaya başladı. Heyecanlanmıştı sebepsiz, kahve kokusu onu hep mutlu etmişti insanın içini kıpır kıpır eden kış güneşi gibi. Birden hemşirenin yanından uzaklaştı ve kollarını iki yana açarak dolu dolu bir kahkaha attı. Öyle dolu ve güçlü bir kahkahaydı ki bu, dışarıdaki rüzgarın uğultusunu bastırmış, sessiz koridorlarda yankılanmış ve birkaç doktorun odasından çıkmasını sağlayacak kadar merak uyandırmıştı. Doktorlar Ashley’i görünce, birbirlerine tatlı tatlı bakarak gülümseyip “yine bizim Ashley ve onun ‘gülme terapisi’” dercesine kafalarını iki yana ağır ağır sallayarak odalarına geri döndüler. Ashley bunu kırk altı gündür aksatmadan yapıyordu, ama her defasında doktorlar merakla koridora çıkıyor ve bu inanılmaz şen kahkahanın sahibinin yine Ashley olduğunu görüp yine gülümseyerek odalarına geri dönüyorlardı.
Ashley’ye aylar önce şizofreni teşhisi konmuştu. Rezidüel şizofreni diye yazmışlardı dosyasına, nadiren de olsa hala halüsinasyon görüyordu, ama eskisi gibi yoğun değildi hiçbiri. İlaçlarını değiştirdiklerinden beri azalmıştı bu düş alemleri, kafa karıştıran imgeler, sesler… Sadece bazen gece tam uykuya dalmadan önce koridorun ucundaki odadan- başhekimin çalışma odasından- tıkırtılar duyuyordu, daktilo sesleri gibi tıkırtılar. Bir o sesler terketmemişti Ashley’i, o zaman da yine derin bir nefes alıyor kollarını iki yana iyice açıp kahkahalarla gülüyordu. O kadar içten, o kadar neşe ile , o kadar yüksek gülüyordu ki, sanki hastalığa direnircesine, ona meydan okurcasına. Gülme sırasında vücutta salgılanan endorfinin had safhaya çıkarak, vücuttaki tüm organlara, her şeyin yolunda olduğu bilgisini gönderdiğini okumuştu üniversite yıllarında bir araştırma yaparken. Bir gün denemeye karar verdi, gerçekten güldükçe içinde biriken stresin azaldığını, duyduğu – ya da duyduğunu sandığı – seslerin gitgide fısıltıya dönüşüp kendi kahkahasında kaybolduğunu farketti. Yeni ilaçlarını sevmiyordu Ashley, metalik bir tat bırakıyorlardı ağzında, kutu kola içtikten sonra dudaklarını yaladığında hissettiğin metalik tadın aynısı. Ama itiraf etmeliydi, bu sefer daha farklı hissediyordu. İlaçlar mıydı farklı hissettiren yoksa bu doktorların pek de sıcak bakmadıkları, hatta bıyık altından hafif alay eder gibi gülümseyerek tepki verdikleri “gülme terapisi” mi? Bunu asla bilemeyecekti, bildiği ve emin olduğu tek bir şey vardı, o da kollarını iki yana iyice açıp derin bir nefes aldığında ciğerlerini dolduran tüm havayı kahkaha atarak dünyayla paylaştığında hissettikleri. Beynindeki tüm sahipsiz fısıltılar, anlamsız imgeler, korkular, endişeler, sanki kahkahayı duyar duymaz kaçacak delik arıyorlardı. Hastalığa yenik düşmek ve korkunun karanlığında kaybolmak mı; yoksa daha içten kahkahalarla dimdik ayakta durup, göğsünü gere gere direnmek mi…