Türküler sustu. E. yoğun bakımdaydı günlerdir. Verdiği yaşam mücadelesinde ölüme yenik düştü. Bir daha onu göremeyeceğim, bahçede yürümeyecek, elini kulağına koyup ayakta dururken gelen geçene hiç ama hiç aldırmadan türkü söylemeyecek. Çocukken girdiği hastaneden, kimi kimsesiz, yeşil bir çuhanın örttüğü tabutunda, yeşil bir cenaze aracının içinde köyünü (Bakırköy) terk edip çekti gitti. Ah!..
Tehlikeli olduğu için değil, onu alacak kimsesi olmadığı için artık bu hastanenin bir taş duvarı, demir kapısı, asırlık çınarı gibi mekâna ait ve onunla özdeş. Yüzyıllık vefalı hastanesinin bir evladı olduğundan kayıtlarda yatılı hasta olsa da gündüzleri kantine, servislere gider, binalar arasındaki yollarda içinden geldiği anlarda türkü söyleyerek yaşardı. Ah!..
Eli kulağında,
Yeşil ördek gibi, daldım göllere / Sen düşürdün beni halden hallere.
Ne sen beni unut / Ne de ben seni
türküsünü söylerken hangi sevgilinin kokusuna, hangi çocukluğun kıyısına, kim bilir zihninde nerelere giderdi. Ah!..
Gün içindeki işlerin telaşıyla binadan binaya koşturarak yanından geçerken neden durup da baştan sona hiç dinleyemedim alt tarafı beş dakika sürecek türküsünü! Oysa o denli makamlı ve duyarak söylerdi ki. Sadece yanından geçtiğim o birkaç saniyelik anda, yetiştirmeye çalıştığım onca zorunluluğun, işin gücün arasında, hayatın başka bir varoluşunun, başka tatlarının, aşklarının varlığını sakın unutma, der gibi gelirdi arkamdan sesi. Gülümseyerek ilerlerdim. Ah, neden onun türküsünü başından sonuna dinlemedim, hiç değilse tek bir seferinde? Türküsünü bitirdikten sonra neden alkışlamadım ve teşekkür etmedim türkü söylediği için. Ve bana, bize duyumsattıkları, hatırlattıkları için… Ah!..
Yaşadı mı, yaşamadı mı? Bazen kronik servislerde yatan hastalarımız, “Hocam, gençliğim burada geçti der,” o zaman içim cız eder. Sonra derim ki dışardakiler de başka bir sınırlanmışlıkta yaşamıyor mu sonuçta. Hayat hangimize dilediğimiz gibi yaşama özgürlüğü veriyor ki? Ancak söylediğimiz türküler hastane koridorlarını, cezaevi duvarlarını, demir parmaklıkları, hücreleri aşıp özgürce dolaştırabilir bizi. Unutma, ah unutma. Bugünlerde hiç unutma. Karanlık çağlardan geçerken unutma. E. o yüzden mi türkülere sığınıyordu? E. bana ve hepimize bunu anımsatıyordu. İyi ama ben neden onun hep orada, duvarın dibinde, yolda, hemen her zaman o yanık sesiyle gözlerini kapatarak türkü söyleyemeye devam edeceğini zannettim. Ah!..
Hastane bahçesinin içindeki 1920’li yıllara tarihli güzelim binasıyla yeşil camiye getirdiler cenazesini. Yakınları; personel, hemşireler, doktorlar, başhekimlik vs. çalışanlarıydı yalnızca. Nasıl bir köyüz ki biz hocalarının, gencecik doktorlarının ve hastalarının, yitip gidenlerin, kapanan bir devrin cenazesini kaldırıyoruz, yasını tutuyoruz hiç durmadan. Ah!..
Ve tekerlekli sandalyesinde onunla aynı zamanda hastaneye giriş yapmış, hastanenin diğer demirbaşlarından C. Cerebral Palsy denen doğum travmasına bağlı konuşma zorluğu çeken, yürüyemeyen C. Uzaktan, kadınların durduğu yerden onu izliyordu. C. mi, karda, yağmurda, rüzgârda, akülü arabasıyla durmadan bahçede gezinir, çiçekten çiçeğe gezen bir kelebek misali. Kim küçücük bir arabaya tutsak olduğunu söyleyebilir ki?
Malum cenazede kadınlara yer yok. Uzaktan izleyip dönüşe geçtim.
Erken bir bahar havasında, sıcacık ısıtan pırıltılı bir güneşin aydınlattığı bahçede, bulutsuz mavi göğü, lacivert-mor mine çiçekleri, sarı papatyaları, ballı babaları hüzünle karışık bir sevinçle seyrettim. Hüznün bulaşmadığı sevincim yok artık, ah!.. Sanki tarihi bahçeye ölüme inat edercesine bahar gelivermiş tüm enerji ve coşkusuyla. Yazık, doğru dürüst kış olmadan, kar yağmadan hem de!
Çam ağaçlarının arasından yürüyorum, küresel ısınmayla gezegenin yok oluşuna mı, E.nin ölümüne mi, kadersizliğine mi, hasta arkadaşımın ölme olasılığına mı, neye ağladığımı, gözyaşlarımın neden aktığını ben de bilmiyorum. Biliyorum ama bilmiyorum. İki gündür çiçekler açan bahçe durmaksızın bana ölümü hatırlatıyor. Hayır, umutsuzca ve insanı melankoliye sokan bir anımsayış değil bu. Umudun bulaştığı bir melankoli… Tersine ölüm bir sonsa, acılar ve yaşanan zamandaki olumsuzlukların da son bulacağına dair bir hatırlatma.
İncir ağaçları çırılçıplak soyunmuş heykeller gibi önümü kesip ürkütüyor. Oysa yaz yine gelecek ve yeşillenen dallarından sarkan meyvelerinden balları damlayacak köklerine. Yine incir yiyeceğiz ağustos ayında, bahçeden. Mayısta hastanenin geleneksel bahar şenliği yapılırsa E.nin türküleri söylenmeyecek bu sefer. Haziranda şeker gibi dutları ağzımıza atarken kim dikmişse bu ağaçları, hangi hastalar vakti zamanında iyi ki dikmiş diye minnet duyacağız. Mayısta akasya ağaçları, ıhlamur ağaçları kokacak buram buram. Yemyeşil erikler, sabırsızca vaktinden önce tüketilecek. Belki arkadaşım da göremeyecek hiç birini. Yaza çıkabilecek kimi ağaçlar, kimi kuşlar ve kimi insanlar, hepsi değil ama ah!..
Bahçeye zamanında dikilmiş servilerin arasından geçen patikaların gölgelerine sığınıyorum. Belki hastanenin kimi ağaçlarının dikiminde E.nin de emeği var. Zamanında bu hastanenin ağaçlarının çoğunu hastalar dikmiş. Büyüme zamanlarında rüzgâr bel verdirmiş, boyun eğdirmiş kimine. İnsanlar da öyle, erken yaşta itaat etmeyi, bel vermeyi öğreniyor kimi… Kimi dimdik, inatla ayakta! Kimi kurumaya başlamış, geçen yıl gördüğüm ağaçkakanlar yine tepesinde. Ağaçlar da yaşlanıyor insanlar gibi, hastalanıyor, ölüyor, sağında solunda tümörler çıkıyor, reçinelerini akıtarak damla damla ağlıyor. Kiminin dantela gibi nakışlı gövdelerine tırmanıcı sarmaşıklar yapışıyor. Ölü ağaç kütüklerinin yanından geçiyorum.
Kendime notlar alıyorum bahçeden. Göğe bakıyorum ağaçlar gibi. Bazen göğe bakmayı unuttuğum günleri anımsayıp hemen her gün göğe bakmaya, maviliğe, bulutlara, ona uzanan çınarların dallarına söz veriyorum. Unutma ah, sen de unutma!..
Yeşil ördek diyecek oluyorum E. gibi, aklıma geliyor o sıra, yeşil ördekler kalır mı ki dünyada? Elli yıl sonra canlı türlerinin üçte birinin yok olacağını yazıyor kimi bilimsel makaleler. Gazeteler yazmıyor, haberler hiç söylemiyor. Eskiyen dünyanın, yok olan gezegenin, geçip giden zamanın, yaşayamadıklarımızın, E.nin, hasta arkadaşımın, kuruyan toprağın, yeşili kaybolan kentin, olmayan özgürlüklerin yasını tutuyorum. Ah!…
Sanki bir ben, bir bahçe, bir de hastane tüm kayıpların çetelesini tutmaya yazgılıyız gibi geliyor. Bulutsuzluk Özlemi’nin şarkısı düşüyor aklıma, “Aklımı tutamadım kafatasımda, uçtu uçtu…”