Sığla ile ilk kez baş başa bir tatile çıkıyoruz. Yanımda oturan ilk kez tanıştığım biri sanki. Zaman nasıl da  hızla akıp gidiyor, bir ona bakıyorum, bir de arabamın dikiz aynasından kendi yansımama. Saçlarım ve sakallarım aklarla dolmuş, bayağı bayağı yaşlanmışım. Aksine o yeni tomurcuklanmış bembeyaz bir gül gibi. Bebekliğinden beri o mis kokusuna hayranım. Her baktığımda onu sıkı sıkı sarıp, başımı boynuna dayayıp öpesim geliyor. Artık çok zor. Aramızda mesafeler var. Sık sık ben de bu yaşlarda böyle miydim diye sorarken buluyorum kendimi. Değildim. Ben onun kadar duygusal biri hiç olmadım. Kızımın aylardır nedenini bir türlü  çözemediğimiz epilepsi atakları bu hallerinden kaynaklanıyor olabilir. Sayısız testler sonunda başladığımız tedavinin olumlu sonuçlarını almaya başladık evet ama onun bana daha çok ihtiyacı var bunu biliyorum. Ve bu tatil ikimize de çok iyi gelecek eminim. 

Selçuk, diyor. Gökova’yı Muğla’ya bağlayan Kargasekmez’e girerken, “Manzara çok güzel biraz mola versek mi?” Annem, rahmetli, çok kızardı bana kızımın BABA değilde SELÇUK demesine. Bense çok mutluyum çünkü onu ben alıştırdım. Harper Lee’nin “Bülbülü Öldürmek” romanını okuduğumda üniversiteye yeni başlamıştım. Scoot ve Jem’in babalarına Atticus demelerini önce garipsemiş, sonra pek sevmiştim. Ama okuduğum hikâyede sadece o değildi beni etkileyen, bütün baskılara rağmen dünyaya kafa tutuşlarını dik duruşlarını, gerçek bir aile oluşlarını benimsemiştim. Bir gün baba olursam… diye kendime söz vermiştim. 

Hava mis gibi. Gökova’yı tepeden gören manzara için seyir terasları yapmışlar, birinde duruyorum. Arabamı yola çıkmadan çok kısa bir önce değiştirdim. En son yaptığım montaj işinden iyi para aldım. Yıllardır hayalini kurduğum Amerikan dört çekere kavuştum. Ve bu tatile onunla çıkmak benim için ayrıca büyük bir mutluluk. Kızım, Amerikan arabam ve harika bir doğa manzarası… Yeşille mavinin kucaklaşmasını izliyoruz birlikte. Sığla bir süre öyle sessizce manzarayı izledikten sonra “Biz tüm bu doğayı mahvediyoruz biliyorsun değil mi?” diyor. Sonra başını geriye çeviriyor, yeni arabama iğrenerek bakıyor, fosil yakıtlarla insanların dünyayı nasıl kirlettiğinden bahsediyor. Şaşıyorum anlattıklarına, çünkü gerçekten epeyce araştırmış, bu konularda çok şey biliyor. Karşımdaki hâlâ benim küçük kızım, öyle kocaman laflar etmesi önce güldürüyor beni ama bakıyorum ciddi. “Ben artık et yemiyorum, ayrıca hayvanlardan elde edilen hiçbir şeyi de. Veganım” diyor pat diye. Oysa bizim en büyük keyiflerimizden biriydi baba kız hamburgercileri takip etmek, o da benim gibi et çok sever biliyorum. Ben karşı savunmaya geçmeye çalışınca  “Yarın biz ve  bizim çocuklarımız, sırf insanların bencilliği yüzünden belki de bu manzarayı izleyemeyeceğiz, biliyor musun baba?” diyor. Susuyorum, sadece kızınca baba der, küfür eder gibi. Üzerine gitmiyorum. 

Boşandığımızda Sığla daha dört yaşındaydı. Velayeti annesinde kalmıştı. Bir mal gibi çocuğumuzu paylaşma kavgasına düşmedik. Biz iyi anlaşan iki yetişkindik ve boşandıktan sonra da böyle devam etti. Her şeyin yolunda olduğunu düşünüyorduk. Ama Sığla ergenlik çağına geldiğinde yaşadıklarının, ona musallat olan bu epilepsi ataklarının, hatta az önce yaptığı bu çıkışların nedeninin biz olduğumuzu düşünmeye başladım. Çünkü o, dünya telaşına düşmek için çok genç. Şimdiki kaygıları aşk, müzik, güzellik olmalı. Ama giderek yalnızlaştığını, içine kapandığını hissediyorum. 

İstanbul’dan Datça’ya varıncaya kadar iki kez benzin almak için durmak zorunda kalıyorum. Oysa Amerikan yapımı muhteşem arabamın kocaman bir deposu var.  Sığla’nın tepede yaptığı o konuşmadan sonra depoyu doldururken garip bir suçluluk içindeyim. Anlaşılan bu tatilde et yemek bana da yasak. Yol boyunca çok sohbet etmiyoruz. Oradan buradan konu açmaya çalışmak çaresiz bir çaba oluyor. Sadece bir kez bana adının neden Sığla olduğunu soruyor. Şaşırıyorum biraz da hazırlıksız yakalanıyorum. Mitoloji diyorum. “Annenle ben sen doğup da kucağımıza aldığımızda mis gibi kokun bize mitolojik bir öyküyü hatırlattı. Tam da bu bölgede Kleopatra’nın güzelliğini borçlu olduğu Sığla ağacı yetişir. Öyküye göre güzeller güzeli iki kız kardeş yaşarmış buralarda: Clytie ile Leucothoe. Bunlardan Leucothoe’ye Güneş Tanrısı Apollon âşık olur. Bir gece kızların annesi kılığında kızların odasına girer, odadan herkes çıkınca gerçek haliyle Leucothoe’ye görünür ve birlikte olurlar. Bunu gören kızkardeş Clytie hemen babasına şikâyete gider sevgilileri çünkü o da Apollon’a âşıktır. Babası ceza olarak kızını diri diri toprağa gömer. Apollon sevgilisini kurtarmak için çok geç kalmıştır. Ne yaptıysa hayata döndüremez. O da bütün tanrısal gücüyle sevdiğini şifalı, hoş kokulu sığla ağacına dönüştürür. O gün bugündür o ağaç genç kızlara güzellik ve sağlık verir.” Yol boyunca ilk defa gülümsüyor. Evet anlatılan efsane buydu ama bizim gerçeğimiz biraz farklıydı. Annesi bir gece sığla ağacının altında hamile kalmıştı. Belki bir gün o hikâyeyi de anlatırım kızıma. 

Otel yerine bir pansiyon seçtiğime memnunum. Kızımın da benim de sükûnete ihtiyacımız var. Günlerimiz çok sohbet etmesek de güzel geçiyor. Küçük pansiyonu işleten Margaret bir İngiliz. Türk kahvaltısı hazırlama konusunda ustalaşmış. Ayrıca vegan beslenme konusunda da benden çok şey biliyor. Akşamları da birer şarap açıyoruz, benim sohbet ihtiyacımı o ve eşi karşılıyor. Sığla ise sahilde bol bol kitap okuyor. 

Bu sabah kalktığımda her zamanki gibi benden önce sahile indiğini düşünüyorum. Orada yok. Margaret’a soruyorum. Hiç görmemiş. Çılgına dönüyorum. Küçük çocuğunu sorumsuzca kaybetmiş bir baba gibi hissediyorum. Telefonunu da yanına almamış. Sonunda onu buluyorum. Bizim plajın biraz ötesinde, yanında önden bir bacağı kopuk üç bacaklı bir dalmaçyalıyla görünce rahat bir nefes alıyorum. Önce kızmak istiyorum ama arkalarında fon yapan o maviliğin içinde öyle ilahi görünüyorlar ki, bir anda ne korku ne öfke kalıyor. Kızım çok mutlu. Bu tatile de zaten onun için çıkmamış mıydık? Pansiyona üç bacaklıyla dönüyoruz. Margaret köpeği görünce hemen tanıyor. Kızlan Köyü’ndeki yel değirmenlerinde yaşayan Ali Amca diye birinin köpeğiymiş. “Götürüp bırakalım adamcağız çok meraklanmıştır” diyor kocasına. Sığla ısrar edince, üç bacaklıyı- adını bilmeyince öyle deyip duruyorum hayvancağıza- sahibine biz götürmek istiyoruz. Biri tamamen yıkılmış ikisi iyi durumda üç büyük yel değirmenin yanına geldiğimizde, birinin demir kapısının önünde zayıf bir ihtiyar adam görüyoruz. “Ali Amca dedikleri bu olmalı” diyorum. Adam demir kapıyı kilitleyip gitmek üzere. Üç bacaklıyı kucağıma alıp, dışarı çıkıyorum köpek hemen kucağımdan atlıyor, adama doğru koşuyor. Sevinçten uçacak gibi yaramaz. Yaşlı adam da onu gördüğü için çok mutlu. Ama hemen tam bir asker gibi komut verince, kuyruğunu arka bacaklarının arasına sıkıştıran köpek küçük inlemelerle kulübesine geçiyor. İşte biz de muhteşem doğa gönüllüsü Ali Amca’yla böyle tanışıyoruz.

O sabahın sonrasında ben ne kadar boş bir adam olduğumu, kızım da hayatın ne kadar yaşanmaya değer bir şey olduğunu öğreniyor. Ali Amca’nın ulvi bir amacı var. Çocukların geleceği için doğayı yeşillendiriyor. Türkiye’nin her yerine gönderilmek üzere fıstık çamları yetiştiriyor. Bize önce çocuklarıyla birlikte restore ettikleri değirmeni gezdiriyor. Geçmişin hayaletlerinin burada mutlu mesut yaşadıklarını düşünüyorum. Sonra harika bahçesini geziyoruz. Eğer bir cennet varsa, kesinlikle burası, oranın yansıması. Harika çiçekler, muhteşem bir mizanpajla bu bahçede hayat buluyor. Ama bize onu asıl yaşama bağlayanın, çocuklarla birlikte yetiştirdiği ağaçlar olduğunu anlatıyor. Birçok üzücü badire atlatan bu yaşlı adamın doğaya şükretme yoluydu bu. Sığla’ya bir kâğıt kalem veriyor “Gerçi sen epey büyümüşsün, ben buraya ilkokul öğrencilerini davet edip onlarla birlikte bu ağaçları suluyor, onların isimlerini ağaç fidelerine veriyorum. Ama madem sen kendi ayağınla buraya kadar geldin genç hanım, gel senin adına da bir ağaç dikelim doğaya” diyor

Akşam yemekten sonra sahile iniyoruz kızımla. Plajdaki şezlonglardan ikisini denizin içine çekiyoruz. Ayaklarımıza Ege’nin serin suları vururken, hiç olmadığı kadar çok yıldızla dolu gökyüzünü izliyoruz. Nihayet Ay bütün ihtişamıyla gökyüzünde belirdiğinde içimizdeki değişimin ikimiz de farkındayız. “Eve döndüğümüzde arabayı satacağım” diyorum. Nasıl vegan olunur uzunca bir sohbete dalıyoruz.