Kararı kesindi. Aşağı yukarı on saatlik otobüs yolculuğunu göze alıp gidecekti. Yıllardır köşe bucak kaçarak ertelediği bu yüzleşmeyi gerçekleştiremezse dünyasını cehenneme çeviren karabasanların, sanrıların ahirette de yakasından düşmeyeceğini biliyordu çünkü. Kaç kaç nereye kadar? Dönüp baktığında içinde de çekilecek, kapanacak boş alan bırakmadığını görebiliyordu artık. İçe göçmenin, kabuğuna çekilmenin de bir sınırı vardı demek ki. Söz konusu sıkıntılar, dertler olunca içimizde sonsuzluğu barındırmıyoruz sonuçta. Gün gelir bir yerde, bir patlamayla dışa vuracağı, taşacağı, içinden çıkacağı anı beklemişti o da dişlerini sıkarak. O an, bu andı işte. Daha da beklemeğe ömür vefa göstermeye bilirdi. Bile isteye veya kazara herkes sebep olduğu suçun bedelini ödemeliydi ki ödüyordu da.  Yaşamı boyunca kendisini cezalandırdığı YALNIZLIK bile hissettiği suçluluk duygusunu hafifletememiş, daha da depreştirmişti. Yıllarca yalnızlığından beslenip büyüyen bu duygu, vicdan azabına dönüşüp göğsüne oturduğunda, yüreği içinde can çekiştiğinde öz yargısını adaletsiz buluyor, hak ettiği cezanın daha ağır olması gerektiğini düşünüyordu. Müebbet hapis ya da ölmek mesela. Gökyüzüne, gün doğumuna, ay ışığına, yıldızlara hasretlik… Ona aksini düşündürtecek bir tek Allah kulu da bırakmamıştı etrafında. Aklı, yaptığını algıladığında yakınlarının sözlerinde değilse de gözlerinde okuyabilmişti; nefreti, gözden düşmüşlüğü, yokmuş gibi sayılmışlığı. Aileden, tanıdıklardan, köyden kaçınca kurtulacağını sanmıştı ama bu defa da kendine yakalanıp içine hapsetmişti kendini.

   Karabasanlarıyla, sanrılarıyla boğuştuğu karanlık dünyasının kapısına astığı kilidi kırıp dışarı çıktı. Evine yürüme mesafesindeydi otobüs terminali. İrili ufaklı arabaların vızır vızır geçtiği kalabalık caddeyi aşıp ilkyazın fırça darbeleriyle renklenen çocuk parkına geldi. Sarı salkım saçak çiçekleriyle karşısına dikilen mimoza ağacının altındaki banka oturup soluklandı birazcık. Eklem sıvısı tükenmiş dizlerle yol almak tam bir cendereydi. O dizlere aldığı kilolar da binerse… Parkın ortasındaki yapay havuzun iki yakasını bir araya getiren bombeli eski tahta merdivenin o başına, bu başına koşturup duran çocukları seyretti. Her ayak vuruşuyla nasıl da gıcırdıyordu tahta merdiven. Zamanını tüketmiş, tazeliğini yitirmiş belli. Dizleri gibi… Naftalin kokulu mor pardösünün cebinden çıkardığı buruşuk, kahverengi çilli elleriyle ovuşturdu aynası şişmiş dizlerini. Özellikle ilk ve sonbaharlarda kemiklerini yoklamayı ihmal etmeyen romatizmasını düşünüp gökyüzüne çevirdi bakışlarını. Koyu bulutların laciverte boyadığı gökyüzü kapalıydı ama, yağmur görünmüyordu ufukta. Gene de sulu gözlü ilkyaza güvenemezdi. Şemsiye almayı da unutmuştu üstelik. Islanmak istemiyorsa kalkıp yoluna devam etmesi gerektiğini düşündü ve ayaklandı. Yürümeyeli o kadar uzun zaman geçmişti ki dengesini sağlayamıyordu haliyle. İyi ki apartman görevlisi kapıcı Asım Efendi vardı. Yoksa halim perişan olurdu diye geçirdi içinden. En son ne zaman sokağa çıktığını anımsamaya kalkıştı, yok çıkaramadı. Hatırlamak istediği çoğu şeyler gelmiyordu zaten son zamanlarda. Suçlarının temeli üzerine kurulu o kâbus çocukluğunu da unutabilseydi ne olurdu sanki. Kim demiş çocuklar masum diye!

   Yok anam, yok! Yüzleşeceğim ille de diye sesli düşündü kararlı bir dille. O günahsız sabinin, anamın, babamın- o üç kabrin toprağına yüz sürüp af dilemekten başka yolum kalmadı. Unutmaya çalışıp, zihnimden silmeye çabaladıkça, dikili taş misali ölümsüzlüğünü ilk günkü gibi sürdürüyor o üç kabir. Hafızamın koruması altına alınmış, bana inat.

   Hangi ara iç çatışmalarına bir virgül koyarak terminaldeki kafeden çıkıp otobüse bindiğini bile fark etmemişti. Beyaz gömlekli, lacivert cepkenli muavinin cırtlak sesli ” nerede ineceksiniz?” sorusuyla irkilip “üç kabirde” deyiverdi. Şaşkın muavinin “doğru otobüse bindiğinizden emin misiniz?” sorusunu Başlı Bel’e diye yanıtladığındaysa mahcuptu, solgun yanaklarındaki kılcal damarları belirginleşmişti. Hayali varlıklarla ve yalnızlığıyla konuşa dertleşe gerçek insanlarla iletişim kabiliyetini mi yitirmişti, kendine sormadan edemedi.

   Otobüsteki kalabalıktan, ön sıraların üstündeki tavandan sarkan minik ekrandan gelen hışırtılı seslerden soyutlanarak yapışık ikizi gibi birlikte yaşlandığı yalnızlığına sarılıp koltuğa gömüldü. Alnına dökülen ak saçlarını siyah şalının altına sıvazlayıp koltuğun arkalığına yasladı başını. Yılların uykusuz gecelerinin acısını çıkarırcasına ağır bir uyku çöküverdi seyrek kirpikli, ince saydam derili gözkapaklarının üstüne. Kalabalık ortamdan korkmuş gibi senelerden beri gecelerine musallat olan karabasanlar da sızamamıştı uykusuna. Derin uykusuysa kabuslarının başlangıç noktasına taşımıştı yaşlı bedenini. Çocukluğuna… Bölük pörçük hatırlamalarına sağdan soldan işittiklerini de eklemesiyle gözünde canlandırıp bir daha da o görüntülerden kurtulamadığı o güne. 

   Bilinçaltına saklanmış birkaç eski eşyayla döşeli, tek göz toprak köy evlerindeydi rüyasında. Demir başlıklı yaylı bir yatak yaslanmıştı duvar dibine. Yün yorgan ve döşeklerin üst üste istiflendiği yüklükse karşı duvarın oradan yükseliyordu. Boyu tavana değecekti az kalsın. Köşedeki gazyağıyla çalışan ocağın üstünde kaynayan tencerenin yarı aralık kapağından çıkan buharlar da tavana doğru çıkıyordu. Ekşili, acılı bir çorba pişiyordu o gün… Ocağın yanındaki bakır sininin ortasında isli bir çaydanlık vardı. Etrafında yıkanmayı bekleyen çay bardakları. 

   Kucağındaki bez bebekle oyalanmaya çalışan küçük kızın tüm dikkati gerçek bebekteydi aslında. Eve gelen yeni bebek, nereden çıktıysa… Pohpohlayıp duruyorlar kucaktan kucağa. Anne, baba, babaanne. Varsa yoksa Ali. Bir tek Ferah sevemiyor Ali’yi. “Evimizden gitsin bu bebek” diye ağladığında annesinden ağzının üstüne yediği tokadı anımsayıp susuyor, tırnaklarını karnına geçirdiği bez bekten çıkartıyor hıncını. Bacaklarının arasına sıkıştırarak saklamaya çalışıyor yolduğu pamuk topaklarını. Sonra bahçeye çıkıyor baba, ardı sıra babaanne. Ninnisini sonlandıran anne de memesini bebeğin ağzından çıkarıp ayağa kalkıyor yavaştan. Parmak uçlarına yükselerek yüklüğün en üstlerine yatırıyor kucağındaki bebeği. Tavandan sarkan kalın iplere tutturulmuş tahta beşiğe neden yatırmıyor sanki. Boyu yetişmez ki yüklüğe. Yetişseydi bir çimdik…

   Baba seslenince aralık bıraktığı kapıdan bahçeye koşuyor anne. Odada yalnız başına kalıyor Ferah. Koyunlarının, keçilerinin sütlerini almaya gelen süt arabasının kapı aralığından duyduğu uzun kornasıyla dikkati dağılıyor gibi oluyor bir anlık. Ama aklı yeniden takılıyor geldiği günden beri ona ait her şeyi elinden aldığını düşündüğü o sevimsiz çocuğa. Kardeşmiş…

   Kırmızı kilotlu çorabına yapışan pamuk tiftiklerini elleriyle çırparak oturduğu yerden kalkıyor. Birkaç adım ötesine yürüyor yavaş yavaş. Yüklüğün yanına vardığında parmak uçlarına yükselip kollarını kaldırıyor. Az önce annesinden gördüğünün aynısı. Hoplayıp zıplıyor yerinde, olmuyor da olmuyor. Yetişmiyor boyu. Bu defa yüklüğün üstünden yerlere kadar sarkan kırmızı güllü battaniye çarpıyor gözüne. Battaniyenin eteklerine asılıp var gücüyle çekiştiriyor, çekiştiriyor. Ve ardından toprak zemine düşen battaniyeyle birlikte ömür boyu kulaklarında çınlayıp duracak tek solukluk bebek çığlığı… 

   Üç kabir ziyaretinden sonra mezarlığın girişindeki küçük cami duvarının dibine çöktü. Adım atacak takatı kalmamıştı bir yandan, bir yandan da kontrolsüz bir heyecan sarmıştı yaşlı, yorgun bedenini. Ani bir titreme geçti içinden. Alışık olmadığı köy havası çarpmış olabilir diye düşündü. Başlı Bel’e yaz uğramaz ki derdi babaannesi. Bu sabah da hatırı sayılır bir nisan ayazı vardı, tepede ışıldayan güneşe rağmen. Kayıp omuzlarına düşen şalıyla üşüyen başını kapatmaya davrandı. Dizlerinin üstüne düşmüş ellerini kaldıramadı ama. Kollarına taş asılmıştı sanki. Bir uyuşukluk da almış başını gidiyordu solundan solundan. Düşmemek için arkasındaki duvara zor yasladı sırtını. Midesi bulandı kasıldı, soğuk terler dökmeye başladı tüm vücudu. Şimdiye kadar ki karabasanlarının en irisi gelip oturuverdi iman tahtasının tam da üstüne. Sinesinde geminden sıyrılmış deli bir yaban atı şahlandı. Bir son koşu, bir son kaçış! Kendinden, herkesten, dünyadan. Bütününden ayrışan yaşlı bedeni, Başlı Bel’deki en derin uykusuna hazırlanmaktayken iç huzurunun tecellisi yarım bir tebessüm dondu kireç beyazı yüzünün sol yanında.