Kader:

Yaşarken sustum. Söyleyemediğim ne varsa “içinde tutmuş” bedenim. Haykırmak istiyorum. Anlatmak istiyorum. Dünyada arkadaşım yoktu. Burası da farklı değil. 

İyi anlaşanlar, büyük beyaz odalarda bir çember kuruyor. Herkese sırayla söz veriyor  “yazar”. Araf’ta, iyileşme odasında, sürekli not tutup kafasını hafifçe sallaması zoruma gidiyor. Üstündeki renkli önlük, elindeki büyük cımbızla, içimi oymak, kötü huylu urlarımı kurşun gibi tepsiye dizmek istiyor. 

Erkekler yazarın kendilerine söz vermesine alışkın. Ameliyat edilmeyi, daha fazla zaman satın almayı severler. Kısa konuşurlar. Yazar erkek olduğu için iyi anlaşırlar. Burada bile kadınlara kur yapıyorlar. Olmayan organlarının hafızalarıyla iş görme derdine düşmüş hepsi. 

Tüy gibi hafif, “soluk ışığı” andıran bedenlerimizle, dünyada derdine düştüğümüz meseleleri düşünmeye devam ediyoruz. Yazar hepimizi dinlemeye istekli olduğunu söylese de ona inanmıyorum. Kafasını hafifçe sallarken yukarı kalkan kaşları, yüzünü örten açık yeşil maskesi, samimiyetsizliğini ele veriyor. 

Sadece beni dinleyecek birine ihtiyacım var. Kalabalıktan uzakta. Zamanın olmadığı bu camsız yerde beklemekten bıktım. Burası dünyadan farklı olmalıydı. 

Doğdum, büyümeyi bekledim. Büyüdüm, mutlu olmayı bekledim. Yaşlandım, ölmeyi bekledim. Öldüm, hikâyemin yazılmasını bekliyorum. 

Yazarı buldum. Uykudayken bütünleştik. Adı Kadir. Ölmeden önce bana da, Kader diye seslenirlerdi. 

Kadir:

Uyumaktan korkuyorum. Onun gözleriyse hep yumulu. Yüzü süt kadar beyaz… Küçük burnu, biçimli dudakları, kederden ve yalnızlıktan kaskatı kesilmiş. İçine attıkları yüzünde birikmiş yıllarca. Omuzları, elemlerinin ağırlığından öylesine çökmüş ki, sadece kollarını görebiliyorum. Kolları boynunun bittiği yere iğneyle tutturulmuş gibi. 

Yıllarca susmuş. Anlatmayı beklemiş. Bedenimde ona yer açmamı rica ediyor. Bir kadın ilk kez benden böyle bir şey istiyor. Daha önce de ölü kadınlarla çalıştım. Hepsi öldüğünü kabul etmişti. Bedenlere hükmetmezlerdi. Kader yapabiliyor. 

Dün gece Kader bedenime yerleştiğinde, kendimi “bekleme salonunda” buldum. Tek bildiğim bir çift göze dönüştüğümdü. Orada beklerken, bedenime bir daha geri dönemeyeceğimi düşündüm.  Salondaki büyük ekrana düşen görüntüler birbirinden kopuktu.

Bir mutfak. Kader yemek pişiriyor. 

Bir salon. Kader temizlik yapıyor. 

Bir banyo. Kader çamaşır yıkıyor. 

Bir oda. Kader tavanı seyrediyor. Üstünde bir adam var. Adam üstünden kalkıyor. Kader bacaklarını karnına doğru çekiyor. Bekliyor. 

Kader süt kaynatıyor. 

Kader hamur yoğuruyor. 

Kader yıkanıyor. 

Kader ağlıyor. 

Kader’in çocuğu olmuyor. 

Bir mahkeme salonu… Kader boşanıyor. 

Bir kuaför. Kader saçını kestiriyor.

Bir takvim. Kader sayfalarını koparıyor.

Bir ayna. Kader kendine bakıyor. Saçları kısa. Bembeyaz. Süt beyazı. 

Bir yatak. Kader uyuyor. Bekleme salonuna, yanıma geliyor. 

Bakışıyoruz. Kader tam karşımda oturuyor. Konuşmaya başlıyor: “Yaşarken hep bekledim. Bir kurtarıcı istedim. Bize sadece beklemeyi öğretmişler. Pencereden bakar, insanları seyrederdim. Çoğu benim gibiydi. Neyi beklediğini bile bilmezdi.  “Yaşamak nefes almak mı?” diye sordum kendime. Ben sadece nefes aldım, nefes verdim. Hiç eğlenmedim. Mutlu olmadım. Yas da tutmadım. Ölmeyi bekledim. Öldüm. Cennetin kapısında iki kedi… İçeri girmeme izin vermedi. Cehennemlik de değilmişim. Araf’ta bütün mekânlar bekleme salonu. Renkleri, duvarları farklı sadece. Burası benim gibi kadınlarla dolu Kadir. Yaşarken neyi neden beklediğini bilmeyen kadınlarla… 

Erkekler mi? Burada da tek düşündükleri yazarı alt etmek. İyileştiklerini yazara kanıtlamak… İyileşmiyoruz Kadir. Acı çekmeye devam ediyoruz. Kibir almış başını gidiyor. Korkarım buradan hiç çıkamayacağım. Bu bekleyiş sonsuza dek sürecek. Kıyamet kopana dek…

Sana geldim çünkü beni gerçekten dinleyeceğini biliyordum. Buradaki yazar bozuntusu sadece not alıp kafasını sallıyor. Yüzünü maskeyle kapamasına rağmen, acılarımızdan zevk aldığını hissedebiliyorum.

Artık gücüm kalmadı. Sırtım yara içinde. Kokmaya başladım. Ruhumun iplikleri sökülüyor. Yaz beni Kadir. Şu kurumayan yaralarımı yaz. Süt dolu göğüslerimi yaz. Siyah sütün, beyaz kana dönüşmesini yaz. Yaram sağılsın. Aksın, toprağa karışsın. Öldür beni Kadir. Fişimi çek. Kurtar beni bu beyaz odadan.”

Kader elimi tutuyor. Burnuma ilaç kokuları geliyor. Yoğun bakım odasında, hasta yatağında yatan, makinelere bağlı bu kadının neden bedenime hükmettiğini anlıyorum. Ölmemiş. 

“Söz hakkı verselerdi, ölmeyi seçerdim. Yıllarca görüşmediğim, haftada bir ziyaretime gelen Mahmut Bey’in beni zorla yaşatmaya çalışması trajikomik değil mi? Babam yaşarken benimle görüşmezdi. Makinelerle nefes alan bedenime methiyeler düzüyor. Ne de olsa cevap verme şansım yok. Pişmanlık dolu sözleri bana iyileşme odasındaki yazarı hatırlatıyor. Erkeklerin dünyasında “yarı ölü kadınlar” büyük talep görüyor. 

Yaşarken de yarı ölüydüm ama farkında değildim. Burada anladım. Erkekler yaşamamızı istemiyor. Beni canı gönülden dinlediğin için öldürebilirsin Kadir. Babama aldırış etme. 

Timsahlar aç kaldıklarında doğaları öyle emrettiği için yavrularını yiyebilir. Gözünden akan gözyaşı değil. Ağzını açtığında kendiliğinden oluşan bir sıvı… Bedenim canlıyken aklı neredeymiş? Çek şu fişi Kadir. Ruhum huzura kavuşsun.”

Makineyi kapatıyorum. Tiz bir ses çıkıyor. Kader’i öldürüyorum. Bedenime geri dönüyorum. Zamanım doluncaya kadar “kadınları” dinlemeye devam ediyorum.