“O heybetli karanlıklarında beyaz nasıl da asil duruyor.”

Gününün çoğunu bu pencerenin ardında dağlarla konuşarak geçiriyordu. Dizi  dizi sıradağları pencerenin ardından görebildiği için şanslı sayıyordu kendini. Bembeyaz dağlar tüm haşmetiyle meydan  okurken  kalbindeki  volkan  gün be gün patlamaya hazırlanıyordu sanki. Her gün “ya düzelirse” diye göle maya çalmaktan yorulmuştu, yamalayıp durduğu ancak hep bir yerlerden patlak veren kalbi.

Sözleri ahu zar olmuştu içine atıp durmaktan. En zoru da söylemek istedikleri kor kor yanıp tutuşurken, içindeki volkanı bastırıp susturmaya çalıştıkça tüm sustuklarının bir anda dökülüvermesiydi dudaklarından. Bu gece de öyle olmuştu. Üç gündür susup yutuyordu ve yine dayanamamış içindeki canavarı hunharca salıvermişti.

“Dilimi de dağlayamam ki.” diye omuzunu silkip kendini teselli etmekten de geri kalmıyordu.

Yüreğinde patlak veren bu acılı savaşı durdurması gerekiyordu ve bunu ancak susarak yapabileceğini de biliyordu. Ama gel gör ki kendini de iyi tanıyordu. Duyguları sığ olan insanları susarak cezalandırmak kurunun yanında yaş da yanar misali diğerlerini de harcamak demekti. Günlerdir kendini bu düşünceden alamıyordu. Ya onun arzu ettiği gibi susacak ya da kendi istediği gibi. Oysa konuşmak, anlatmak, birçok şeyi coşkuyla paylaşmak mayasında vardı.

“Hayatım, hadi yatalım artık.” sözleriyle irkildi.

“Tamam canım, sen yat. Şu çamaşırları toplayayım geliyorum ben de.”

“Sabah toplarsın, haydi ama gel artık.”

Birkaç aydır daha tasarruflu diye çamaşırları gece yıkıyordu. Elektriğe gelen zamlar da bahanesi oldu. Böylelikle geceleri biraz daha fazla oturuyor ve yazmak için kendine zaman ayırabiliyordu.

Televizyonu kapattı. Kitapları, bilgisayarını toparladı. Etrafa şöyle bir çeki düzen verip, ışıkları kapatıp mutfağa geçti. Kahve suyunu koydu. Tekrar pencerenin önüne oturup bir sigara yaktı. İçinde tüten dumanı, sigaradan sararmış iki parmağının üstünden ateşe doğru üfleyerek, dağlara doğru yavaş yavaş bıraktı.

“Sararan keşke sadece parmaklarım olsa.” diye geçirdi içinden.

Balmumu gibi sararmıştı, herkese küçük bir çocuk gibi “kocaman” açtığı yüreği… Artık cümleleri de hafif kalıyordu yaşadıklarının ağırlığı karşısında. Gün be gün mum gibi eriyip gidiyordu gönlünün neşesi.

Sustu… İçine konuştu… Bir daha sustu…

Kendi sırtını kendi sıvazlamayı da çok seneler önce öğrenmişti üstelik. Ama işte o kolu kanadı yorulmuşken sırtını sıvazlayan duyguya aldanmıştı belki de. Oysa daha en başlarda anlamalıydı susması gereken bir hayata adım attığını. Dün gibi kulaklarında çınlıyordu o cümle;

“Bi sussan da uyusak artık”

“Ne dedin? Şaka yapıyor olmalısın.”

“Şaka yapıyorum hayatım. Ama geç oldu hadi uyuyalım artık.”

Birlikte ilk defa çıktıkları tatilde hem erken yatmalarını yadırgamış hem de şaka dahi olsa bu sözle bir hayli kırılmıştı. Üstelik aylardır neredeyse sabaha kadar vakit geçiriyorlardı. Uzunca bir süre aşkın verdiği heyecanla kırgınlığını bertaraf edip, ona uzanan gölgenin elini tutuvermişti. Şimdi ise ya o gölgenin elini tutmaya devam edecek ya da kendi elini kendi tutup sessizliğe yürüyecekti. Kendi içiyle konuşmaya başladığından beri çok da kötü bir fikir olmadığını düşündü.

Aklında uçuşup duran düşünceler bir köşede dursun, yüreğine söz geçirmek bir hayli zordu. Yüreğinin içine sığdırdığı o yemyeşil bahçe ya kuruyup giderse içindeki çocuğun mutsuzluğunu kaldırabilecek miydi? İçindeki volkan bir sönüp bir parladıkça karşısında duran hayranlıkla seyrettiği dağları yerinden oynatmak istercesine avaz avaz haykırmak istiyordu. Ama saat bunun için bir hayli geç olmuştu. Aklındakileri silkeledi ve doğruldu.

Sigarasını söndürdü. Kuruyan çamaşırları toplayıp, yerleştirdi. Yatak odasına doğru yürüdü, yavaşça kapıyı açıp, içeri girdi.

Goethe’ nin dediği gibi belki de “susmak bir sanattı” ve bu sanatı en iyi şekliyle icra etmeliydi. Hayata küsmeden, küstürmeden.

“Gecenin suskunluğunu sabaha taşıyarak başlayabilirim.”