Oğuz Atay’ın “Beyaz Mantolu Adam”ına

bir ‘çocukluk’ yakıştırması; naçizane, saygılarımla…

Yaz güneşi iyice yükselmiş, kumları ve dahi değen ayakları kavururken; adam, beyaz mantosunun eteklerini tutmuş, şaşkın bakışlar arasında, ayak bileklerine varan suda yavaş yavaş yürüyordu. “Buradayım, buradayım!” diye bağıran sesini plajdaki kimse duymasa da “O” nihayet duymuştu. Geminin merdivenlerindeydi. Dudaklarında her dem taze kırmızı rujuyla, mutlu, tebessümkâr; üzerinde yine o muhteşem beyaz mantosu, beresi ve eldivenleri ile elini uzatıyordu.

Patlayan flaşlar gözünü kamaştırırken, aldırmadı, yürümeye devam etti. Nihayet deminki kalabalık yitip gitmiş, eskiden olduğu gibi yine sadece ikisi kalmışlardı. “Buradayım!” diye yineledi yavaşça. Uzanan eli tutunca yüzü aydınlandı. Harareti geçmiş; üzerine bir ferahlık gelmişti. Uzun zamandır artık sıkışmasına dayanamadığı yüreği kuş gibi hafiflemişti. Zarif bedene usulca sarıldı. Yine mis gibi kokuyordu.

Küçükken başını boynuna gömer, güzelim kokusunu iyice içine çekerdi. Bilirdi, hasretini ertesi gün öğle vaktine kadar bu koku giderecek. Her gün çıkma vakti gelince kapının arkasına dikilir, beklerdi. Onu uğurlarken hiç konuşmazlar, adeta bedenlerini gün boyu birbirine arkadaş etmek istercesine sıkıca sarılırlardı.

Gelene kadar gözüne uyku girmezdi. Erkenden yatırsalar da yatakta dönenip durur, el ayak çekilince de camın içine yerleşip siyah İmpala’nın yolunu gözlerdi. Gecenin bir vakti bahçe kapısından farlar görününce hemen saklanır; gizli gizli şoförün kapıyı açışını, onun salına salına eve girişini izlerdi. Sonra hemen yatağa süzülür, öpmeye geldiğinde uyumadığını görüp üzülmesin diye gözlerini sıkı sıkıya yumardı.

O gece yine camda yolunu gözlerken, beklemekten canı sıkıldı; içine bir sıkıntı düştü. Şimdilerde gelmiş olmalıydı. Epey vakit geçmiş, soğuktan büzüşüp cam içinde uyuya kalmıştı. Arabanın sesiyle uyandı. Sevinçle gözlerini açıp beklemeye başlamıştı ki yüzü gölgelendi. İlk defa annesinin kapısını şoförü değil bir başkası açıyordu. Uzun boylu, gösterişli, siyah elbiseli, siyah saçlı bir adamdı bu.

Sanki biri kalbini sıkıyor, gözleri yerinden uğruyordu. Donmuş, sabit gözlerle film seyreder gibi aşağıya bakakalmıştı. Annesi uzatılan eli tutup zarif bir hareketle arabadan inerken hayranlıkla adama bakıyor, kırmızı rujlu dudaklarıyla ona gülümsüyordu.

Üzerindeki manto öğlen çıkarken yoktu; yeniydi demek. Nereden çıkmıştı? O mu almıştı? Ne kadar da yakışmıştı. Uzun, geniş yakalı, geniş etekli, ince beline oturan, büyük düğmeli bembeyaz mantoya, başına taktığı beyaz bir bere ile uzun beyaz eldivenler eşlik ediyordu. Masal prensesleri gibiydi.

Kendini zorlukla toparladı, neredeyse sürüklenerek yatağına girdi. Annesi geldiğinde uyuyor sanmalıydı. İlk defa o gece yanağı busesiz kaldı. Bütün gece gözleri tavanda öylece yattı. Hava aydınlanırken kapanan göz kapaklarına yenilmiş, ilk defa ertesi gün kapının arkasına dikilememişti. Uyanır uyanmaz yatağından fırlayıp aşağıya indiğinde annesi çoktan gitmiş, herkes işine gücüne koyulmuştu. Derin bir hayal kırıklığı çöktü yüzüne.

“Haydi, küçük bey, geciktiniz bugün!” diye, mutfaktan gelen sesle toparlandı. İsteksizce merdivenlere yöneldi. Sıkıntıyla üstünü değiştirdi. Her sabah yaptığı gibi pijamalarını özenle katlayıp dolabına yerleştirdi. Aynada titizlikle kendine bakıp, gömleğini düzeltirken, akşamki sahne geldi gözlerinin önüne. Kimdi o yabancı? Yüreğini sıkan el hala oradaydı. “Küçük beyyy!” diye gelen sesle toparlandı, usulca kapıdan çıkıp aşağıya yöneldi.

Mutfaktan gelen sesler: “Kumaş tüccarıymış adam, Beyoğlu’nda, Yüksek Kaldırım’da…”, “Ben çok beğendim; hoş adammış doğrusu.”, “Hanıma da pek yakışmış valla!”, “Hele diktirdiği manto nasıl? Kumaş, model harika!”, “Bakalım küçük bey….” onun içeri girmesiyle bıçak gibi kesildi.

Utangaç gülüşmelerle “Günaydın, günaydın…” diyorlardı hep bir ağızdan. Yerine oturdu usulca. “Çabuk olsanız iyi olur, birazdan öğretmeniniz gelecek.” dedi çayını koyan beyaz önlüklü genç hizmetçi. Hiç oralı olmadı. Aklı hala gece vakti gelen yabancıdaydı. “Demek kumaş tüccarıymış. Tüccar ne demek acaba?” diye düşünürken: “Haydi!” diyordu genç hizmetçi: “Öğretmeniniz sizi bekliyor.” Birden fırlayarak çıktı mutfaktan; herkes şaşırmıştı.

Soluk soluğa ders odasına girdiğinde: “Tüccar! Tüccar ne demek öğretmenim?” diyordu heyecandan kısılmış sesiyle. Sakin sessiz öğrencisinin aşırı heyecanına anlam vermeye çalışan öğretmen, şaşkın yüz ifadesiyle: “Bir veya birçok malın büyük miktarlarda alım-satımını yapan iş adamlarına denir. İyi tüccarsa zengindir.” dedi.

Ders bitip mutfağa geçtiğinde hummalı bir hazırlıkla karşılaştı. Ne olduğunu anlamaya çalışır gibi etrafına bakınırken; “Anneniz telefon etti küçük bey. Akşam yemeğine sürpriz bir misafir getirecekmiş. Hazır olmanızı istedi.” dediklerinde kalbi yine sıkıştı. Koşarak odasına çıktı. Ne yapacağını bilemiyordu. Yatağın üzerindeki hazırlanmış giysileri camdan fırlatıp atmak istedi, annesi aklına gelince vazgeçti. İsteksizce giyinip aynada kendini kontrol etti. Yatağın üzerine sıçrayıp beklemeye başladı. Canı sıkkındı, cama bile gitmek istemedi. Zaman bir türlü geçmek bilmiyordu.

Nihayet arabanın sesi duyuldu. Yerinden kımıldamadı bile. Aşağıdan gelen sesleri duymamak için elleriyle kulaklarını kapadı. Biraz sonra oda kapısı yavaşça açıldı. Annesi, şimdiye kadar hiçbir şeyin bu kadar yakışmadığı mantosuyla geliyordu. Harika görünüyordu; kırmızı rujlu dudaklarıyla gülümsedi ona. Çömeldi, göz göze geldiler. Gözleriyle konuşmayı başarmışlardı hep. Yavaşça sarıldılar birbirlerine. Annesi elini tuttu ve kapıya yöneldiler. Merdiven başına geldiklerinde, aşağıda, tüm heybetiyle sahanlıkta “O” duruyordu. Baktığını görünce gözlerini kaçırdı. Karşı karşıya geldiklerinde “Merhaba!” diyerek elini uzatmıştı. Sesi de kendisi gibi heybetliydi. Minik eli, kocaman elin içinde kayboluvermişti sanki. İçine hoş bir sıcaklık yayıldı. Birlikte yemek odasına geçtiler.

Beyaz örtüler içinde kocaman üç kişilik bir masa hazırlanmıştı. Büyük şamdanlarda mumlar yanıyor, hizmetliler dört dönüyorlardı. “Annem bu akşam sahneye çıkmadığına göre, önemli biri olmalı!” diye geçirdi içinden. Nice zamandır ilk defe annesiyle birlikte akşam yemeği yiyecekti. Ona da kadeh konulmuştu. “Kutlama mı var?” diye düşünürken yine yüreği sıkıştı. Annesinin mutlu, ona gülümseyen gözlerini görünce ferahladı.

Şaraplar dolduruldu; onun kadehine de sembolik… Annesi: “Sana yeni bir baba getirsem ne dersin?” diye sordu aniden. Uzun bir sessizlik oldu. Uzaklara, çok uzaklara gitmişti. Annesinin: “Canım?” diye soran sesiyle irkildi. Birden “Ölmeyecek ama di mi?” dedi. Ortalığı buz kaplamıştı.

Annesi toparlanmaya çalışırken: “Hiç olur mu yavrum, tabii ki!” gibi bir şeyler gevelemeye çalışırken, devreye o girdi: “Üçümüzün mutluluğuna kaldırıyorum kadehimi!” diyerek ortamı neşelendirmeye çalıştı.

Her şey çabucak olup bitmiş, muhteşem düğün sonrası balayı vakti gelmişti. “Seni de götürmek isterdim canım ama uzun bir yolculuk; gemide sıkılırsın. Hem derslerinden geri kalmanı istemem. Her gün ararım, sakın merak etme!” dese de mahzun olmuştu bir kere…

Rıhtımda durmuş, beyaz mantosu, beyaz çiçeği ile kalabalığa el sallayan, patlayan flaşlar kadar gözleri alan yıldız annesine sesinin yettiği kadar “Buradayım, buradayım!” diye bağırarak kendini göstermeye çalışıyordu. Gözleri zorlukla birbirini buldu. Gemi uzaklaşana kadar el sallaştılar.

Koca gövde sisler içinde kayboluncaya kadar arkasından el salladı; yine yüreği sıkışmış, bir korku sarmıştı. Aklına düşenlerden hızla uzaklaşmaya çalışırken: “Hayır, hayır!” diyordu. “Efendim?”, “Yok bir şey!” dedi telaşla, elini tutan hizmetçiye.

Her gece araba yolu gözlerken, şimdi telefon sesi bekler olmuştu. Sanki aranacağı saati hissediyor, telefonun başına dikilerek zil sesini bekliyor, çalar çalmaz açıp, duyduğu gülen sesle kendine geliyordu.

O akşam uzun uzun bekledi. Telefon bir türlü çalmıyordu. Tüm ısrarlara rağmen gidip yerine yatmadı. Nihayet telefon koltuğunda bitkin düşüp, sızınca yatağına yatırmışlardı. Aşağıdan gelen telefon sesiyle uyandı, yataktan fırladı. Merdivenin başına geldiğinde telefonu açan hizmetçinin “Aman Allah’ım” diye bağırırken, onu görünce elini ağzına götürüp kapadığını ve süratle arkasını döndüğünü gördü. Merdivenlerden koştu; hızla inerken ayağı kaydı, yuvarlanmaya başladı.

Gözlerini açtığında aile doktorları başındaydı; “Çok şükür!” dedi. Herkes odadaydı. “Annem, annem!” diye fırladı yerinden. Doktor onu sakinleştirmeye çalışıyordu. Olmayınca, burnuna bir şey dayadılar. Tekrar daldı.

Gece vaktiydi, herkes yatmıştı. Aşağıya doğru süzüldü. Etrafa bakındı. Bir şey arıyordu, ama neydi? O da bilmiyordu. Salona geçtiğinde masanın üzerinde kalabalık gazete grubu gözüne çarptı. Yaklaşırken yine yüreği sıkıştı.

Annesinin beyaz mantolu, gemi merdiveninde el sallayan kocaman kocaman fotoğraflarını gördü. Güçlükle okuyabildi. “Ünlü yıldız ile yeni eşi gemi kazasında öldüler.”. Oracığa yığılıp kalıvermişti.

Cami’de gözleri annesini arıyordu. Yine çok kalabalıktı. Flaşlar yüzüne yüzüne patladı. Yeşil iki sandıktan birinde sadece fotoğrafını görebildi; beyaz mantolu! Göz göze geldiler, yine gülümsüyordu. O da gülümsedi.

Bir daha hiç konuşamadılar. Ta ki onu geminin merdiveninde tekrar görene kadar! Yalandı işte hepsi; tüm o haberler!

Plajın sularında yürüyüp, ilerlerken, genç bıyıklı adamın, ardından “Dur, dur. Dur diyorum sana!” diye haykıran bağırışlarını duymadı, bile. Genç, nefes nefese yetişmeye çalışırken son bir hamleyle, beyaz mantonun eteğini tutmaya çalıştı ancak nafileydi. Elinden kayıp gitti. Çaresiz kıyıya dönüp, halk plajının kumlarına atıverdi kendini. “Amma da hikâye ha!” diye söyleniyordu.