Beethoven’in 9. senfonisini keyifle dinlerken, “bir şeyler” yazmayı da umuyorum. Nedense her ikisi bir arada çok rahatlatıyor beni. Müziğin derinliği ve akıcılığı yazacaklarıma yansıyor sanki ya da bana öyle geliyor. Yazmayla ilgili bir sorun yok ama gidip gelen internetin ya da son zamanlarda mızıkçılık yapmaya başlayan dizüstü bilgisayarımın buna ne kadar izin vereceklerini düşünüyorum. 

‘Keyifler keka’ değil son zamanlarda.

Yıpranmış bedenlerimizin, zihinlerimizin ve sona yaklaşmışlığımızın yarattığı kırık yaşam, her ikimizi de mızıldak, bencil, huysuz ve çabuk kırılan yaşlı insanlar haline getirdi.

“Keyif almak”, sözü tam anlamıyla, her şeye rağmen, ömrümüzün bu son etabında günlerimizi süsleyebilmiş olsaydı ne kadar iyi olurdu. Birlikte olmak, sohbet etmek, okumak, dost ziyaretlerine ve konserlere gitmek… 

Ne güzel olurdu.

Oysa bugün, şu an, bunları yazarken, O, az ileride, sol tarafta kanepede yayılmış, az önce ayıkladığım sezonun ilk beyaz narını yemekle meşgul, ama iletişimimiz nar gibi tatlı değil, tatsız, tuzsuz, kırık ve kırgın.

Mevsimin ilk narı bile işe yaramadı demek ki!

Arada “iyi” şeyler de olmuyor değil.

Küçük Doğa arkadaşımdan bir bilgi geldi. Biz ikimiz; Küçük Doğa’yla ben çok keyifli iki arkadaşız. Doğa, Nur’la Murat’ın, iki buçuk yaşındaki oğulları ve benim, az sayıdaki yakın arkadaşlarımın başında gelir. Ada da Doğa’nın ablası. O biraz aksi!

Onlar, Turunç’ta, hemen yakınımızdayken en çok görüştüğümüz genç arkadaşlarımızdı. Ekonomik zorunluluk yüzünden, iki saat uzaktaki Ortaca’ya taşındılar.

Turunç günlerimizde epey bir boşluk yarattı onların gidişleri. Telefonlaşmak yetmiyor ama idare ediyoruz. Bu sabah Nur, Doğa’yı telefonu karıştırırken yakalamış. Bana telefon etmeye uğraşıyormuş! Fena duygulandım.

Bacak kadar veledi bunca özlemek!.. Aradım, konuştuk ama dediklerinden hiçbir şey anlayamadım. Agul, cugul, bugul falan diyordu. Yine de çok iyi geldi bücürün sesini duymak.

En kısa zamanda bir Ortaca ziyareti yapacağız.

Başaramadığımız şey : “salt, günübirlik, olduğunca yaşamak”

Nazım Usta’nın dediği gibi, “işimiz gücümüz yaşamak” olmalı.

Olmuyor ama.

Edinmek, didinmek, hırs ve tutkular karışıyor ‘salt yaşam’ın arasına ve yaşam kalp paraya dönüşüyor.

O, tutturdu ve evi satın aldık. Badanacı yeni çıktı. Bunlar olurken sert kavgalarımız oldu.

Kavgalarımız tüm bu olanlara benim muhalif olmamdan kaynaklandı.

Sonuç ne peki?

Sonuç; ben bunları yazıp kendimle dertleşirken, birbirine dargın ve kırgın yaşlı insanlar olarak aynı çatının altında birlikte yaşamak zorundayız. Farklı ruh dünyalarımızda, mutsuz, tatsız, kekre mi kekre günleri tüketiyoruz.

Yazık… Çok yazık…

Allah’tan Kahatia Buniativili isimli, muhteşem kadın piyanistin çaldığı Rahmaninov’un iki numaralı piyano konçertosunu dinlerken, kafamın içinde dolanan zırıltılı havanın epeyce yumuşamış olduğunu duyumsuyorum. 

Ercan’ı arasam, müsaitse gitsem mi acaba? Sohbet ederiz…