Gözünü hafifçe araladı kadın, tekrar kapattı. “Neredeyim, günlerden ne, ayın kaçı?” sorularını cevapladı içinden. Saat kaç olabilir diye düşündü, gözünü yine araladı, oda neredeyse aydınlıktı. Saat on civarı olmalıydı. Doğruldu, yan yastıktaki baş izine baktı. Kocasının bugün erkenden iş seyahatine gideceğini hatırladı. Ne zaman döneceğini sormamıştı, o da söylememişti. Çok uzun zamandır birbirlerinin yapıp yapmadıklarıyla ilgilenmiyorlardı. İkisi de bu durumdan rahatsız değildi, neticede rahatsız olduğunu bildiren gereğini yapardı.

 

Kocasıyla ona âşık olduğu için evlenmemişti. Üniversiteyi bitirdiği yıl karşısına en uygun koca adayı olarak o çıkmıştı. Ailesi teşvik etmişti kabul etmesi için. Biz araştırdık. İyi bir aileye mensup, eğitimi, yaşı, boyu posu sana uygun, madem aklında biri yok düşün bu adamı demişlerdi. Pek romantik bir başlangıç sayılmazdı tabi. Daha önce hiç erkek arkadaşı olmamıştı kadının. Kendisiyle evlenmek isteyen adamla buluşmuş, onu dinlemiş, ikna olmuş ve kabul etmişti teklifini. Yıllar sonra o günü hatırladığında “iş görüşmesi” yapar gibi diye mırıldanmıştı kendi kendine.

Altı ay içinde evlendiler. Adam bir devlet kuruluşunda çalışıyordu. Kadın mezun olduğu dalda iş bulamayınca öğretmenlik sertifikası programına katılmış ve ilkokul öğretmeni olarak bir devlet okuluna atanmıştı. Öğretmenliği sevdiğinden, istediğinden değil, karşısına çıkan tek fırsat o olduğu için o işe girmiş ve üç yıl önce de emekli olmuştu. Yaptığı işin hakkını vermişti, iyi bir öğretmendi. Zaten o yaptığı bütün işlerin hakkını verirdi. İyi bir eş, iyi bir ev kadını, iki oğluna iyi bir anne de olmuştu aynı zamanda.

Ev idaresi, kocasına karşı görevi olduğunu düşündüğü şeyler, çocuklarına karşı sorumlulukları, ailelerle ilişkiler, arkadaş çevresiyle iletişim hep belli kurallar çerçevesindeydi.

Kocasıyla birbirlerinin iç dünyasını hiç merak etmediler. Sohbetleri sıradandı, ortak bir zevkleri yoktu. Cinselliği de bir görev gibi yaşadılar; haftanın belli günleri, alelacele, ihtiyaç giderme şeklinde. Ne kocası ne de kendisi hiç şikâyet etmedi bu konuda. Çocuklarıyla ilgili de büyük problemler yaşamadılar. Çocuklarını şımartmadan, temel ihtiyaçlarını eksik etmeden, birlikte belirledikleri kurallarla yetiştirdiler. Başarılı öğrencilerdi, liseyi bitirince sırayla burs kazanıp yurt dışına gittiler. Okullarını bitirince evlendiler, biri Avrupa’da diğeri Amerika’da yaşıyor şimdi. Arada bir arayıp hal-hatır soruyorlar, sürekli işlerinin yoğunluğundan bahsediyorlar. İlk zamanlar senede bir yaptıkları ziyaretler hep erteleniyor, en erken bir buçuk iki senede görüyorlar birbirlerini. Özlüyor kadın ama “hayat bu” diyor, uçak korkusu olduğu için kendisi onları ziyaret etmeyi hiç düşünmüyor.

Emekliye ayrıldıktan sonra bir müddet hiçbir şey yapmıyor kadın. Sonra çeşitli hobi kurslarına katılıyor, amaç biraz oyalanmak biraz da yeni insanlar tanımak, çevresini genişletmek. Şimdiye kadar samimi olduğu, duygu ve düşüncelerini paylaştığı arkadaşı olmamış hayatında, denemek istiyor. Kurslara genellikle yaşıtı kadınlar katılıyor. Hepsi farklı çevrelerden gelmiş, eğitim düzeyleri farklı, hayata bakış açıları, yaşanmışlıkları apayrı… Sorsan hepsinin hayatı roman, anlat anlat bitmiyor. Kadın susuyor, roman gibi hayatlar yok artık diyor içinden, gerine gerine dolaşmayın ortalıkta. Sıradanlıktan, vasatlıktan ölüyoruz hepimiz, var mı bunun ötesi. Ve ne yazık ki tek ortak noktamız bu oldu artık… Çocukluğu geliyor aklına: babaları aynı kurumda çalışanlar (karayolcular, subay, polis, öğretmen çocukları vb…) aynı memleketliler (karadenizliler, egeliler, doğulular vb…) aynı okuldan mezun olanlar (Mülkiyeliler, ODTÜ’ lüler, Galatasaraylılar vb…) aynı mahalleliler (Çiğdem Mahallesi, Kalamış, Kadırga, Göztepe vb…) aynı futbol kulübünü tutanlar( fenerliler, beşiktaşlılar vb…) ortak noktalarda buluşabiliyordu. Şimdi her topluluk kendi içinde hücrelerine bölünmüş vaziyette, dediğim dedik deyip duruyor. Sıkılıyor kadın bu durumdan, bırakıyor gittiği bütün kursları. Kimse de arayıp sormuyor zaten “ne oldu” diye…

Bugün ne yapması gerektiğini düşünüyor aklına bir şey gelmiyor, kalkıp elini yüzünü yıkıyor. Her gün olduğu gibi bir dilim kızarmış ekmek, bir haşlanmış yumurta, bir dilim beyaz peynirle kahvaltısını yapıyor. Bulaşıkları makinaya doldurup çıkıyor mutfaktan. Üç yıl önce kocasının şaşkın bakışları altında dörtte üçünü boşalttığı iki odalı evin içinde bir tur atıyor. Evi boşaltırken yırtmadığı büyütmeden çerçeveleterek salonun duvarına astığı tek resmin önünde duraklıyor. Kocası, iki oğlu ve kendisi gülümsemeden bakmışlar objektife, büyük oğlu lise, küçüğü orta sonda bu resim çekildiğinde. Başını çeviriyor sonra, salonda yapacak iş yok, yatak odasına geçiyor. Pencereyi açıp, yatağı topluyor. Gardolabı açıyor askıdaki iki pantolondan birini, çekmecedeki iki üç kazaktan en üsttekini alıyor. Acele giyinip çantasını koluna takıyor, botlarını ayağına giyiyor ve çıkıyor evden, sokağın kalabalığına karışıyor.

Orta boylu, orta yaşlı, temiz yüzlü kadın hiç dikkat çekmeden yürüyor sokakta. Kalabalığı oluşturan figürlerden biri şimdi o. Amaçlı amaçsız etrafta dolaşanlarla ilgilenmiyor. Evinin olduğu sokağın bitimindeki ana caddeye çıkıyor, yolun karşısına geçip sahile inen bir dolmuşa biniyor. Sahil boyu yürüyor saatlerce, pek bir şey düşünmüyor; denizi, martıları, balık tutan, yürüyen insanları seyrediyor. Gördüğü her şey kendi varlığı kadar sıradan ve olağan geliyor. Her şey hep vardı, hep olacak gibi… Kendi olmasa yerini kendi gibi bir başkası, şu martı olmazsa başka bir martı, balık tutan bu adam yerine başka bir adam, yürüyen o genç kızın yerini başka bir genç kız hemen dolduruverecekmiş gibi… bir kadın, bir balıkçı, bir martı, bir genç kız… Karşıdan bakan birinin gördüğü resim bu değil mi?

 

Yorulduğunu hissediyor. Denizin karşısına yerleştirilmiş banklar boş, birine oturuyor. Boğazdan geçen gemileri, balıkçı teknelerini izlemeye başlıyor. Birinin bakışlarını üstünde hissediyor, başını çevirince yanına oturmuş dikkatle kendine bakan yaşlı kadını görüyor. Eşarbının kenarlarından çıkmış dağınık, gri saçları, yüzünde yılların ona çok insaflı davranmadığını belli eden çizgileri, feri gitmiş mavi gözleri, ince dudakları, yuvarlak yüzü, tombul bedeni tanıdık geliyor ona. “Merhaba” diyor usulca, kadın başlıyor anlatmaya romanlara konu olacak hayat hikayesini, nefes bile almıyor nerdeyse. Günlerce, aylarca kimseyle konuşmamış gibi konuşuyor, soruyor, cevabını kendisi veriyor. Daldan dala atlıyor, gözleri doluyor bazen, bazen gülüyor…

 

Sonra kalkıp yürüyor, veda etti mi bilmiyor kadın, hem kime veda edecek, veda edecek biri var mı onu da bilmiyor. Gözlerine hücum eden yaşlar her şeyi bulanıklaştırıyor…

İçinde bir ses yankılanıyor “Ah be ablam” diyor ses, “sen de benim gibi ölesiye kurutmuşsun içini…”