Bazı kelimeleri zikretmek, o kelimeyi  hissetmeye yetmez ne yazık ki! Ortaya atıldığı zamanın izini kelimenin köklerine doğru sürüklemek gerek yürek gücüyle. Hikâyelere katmak belki de. Hikâyelerle sulamak yeşermeye niyet etmiş solukları. 

Peki, bu nasıl olur? Zamana yenik düşmüş, yorgun hayatların silip süpürdüğü kırıntıları nasıl toplarız zamanın pençesine düşmeden? Bir iz nasıl sürülür? 

Sultan’ın bahçesinden kadınlığa ve kimsesizliğe adanan kaç gülün izinden gideriz? Sayısız ve cümlesiz bırakılmış onca kadın, Sultan gibi, kendi seslerine basarken iz bırakmış mıdır sizce? Yaptıkları, ettikleri, söyledikleri, doğurdukları ve elbet doğuramadıkları, nasırlı ellerinin izinden bulunmasınlar  diye eldiven takmışlar mıdır olay yerlerinden vakitsizce sıyrıldıkları siyah gecelerden?  

Anneler, kızlarının erkeklerine kavuşacakları günün gecesini kapıda usulca beklerler. Bu kavuşma gecesinin ertesi günleri, ertesi yılları aydınlık olsun diye çeyizler düzülür, bohçalar hazırlanır yıllara yayılarak. Çeyize masumiyet derler. Masumiyet nedir ? Masumiyet, çeyiz bohçasındaki kör düğüm müdür?  Masumiyet, memeleri belirgin olmasın diye kambur bıraktığınız bedenleri  sonsuza dek süreceğini sandığınız  bir beyazlıkla düğümleyip er kişinin soluğunda çoğaltarak eksiltmek midir? 

Ömrün hesabı olmayan bu gecelerinde kaç çeyiz eskimiştir açılmayı beklerken? Kaç çeyiz el değmeden başka ellere yollanmıştır, yeniden el değmemesi için? Bir döngüye ‘döngü’ adı verilmişse başladığı ve sonlandığı nokta bellidir aslında.Sanırım  bohça olma sebebim bu döngünün bilinmeyen bir kıvrımında genç kalması gereken bir merakı düğümletmek bir diğer nesle aktara aktara…

Karanlık, köhne bir odanın yoksul bir köşesinde doğdum. Tiril tiril, dokunduğunda iyi mal olduğu anlaşılıyor, dedi gelen gidenler. Nereden getirildiğimi, nasıl işleneceğimi sordular. Kime götürüleceğimi, kimin odasında serileceğimi bilmek istediler.  Bilirlerse serilecek odadaki kadının göz rengini, dişlerini, boyunu posunu  hayal edeceklerdi erkeğini, düşleyeceklerdi her bir nakışta. Sonrasını ise kendi hayatları bir sokak aşacak kadar… Herkesin hayali kendi hayatının olmazlarına varana dek. Ne zaman umutsuz bir sevdadan söz edilse bana koşardı bu gözler. Bende yeniden başlamanın gücü,  bende boynunu bükmüş kadınlığın göverme sevinci… 

Maharetli, nasırlı eller işlemeden evvel enine boyuna ölçüyorlar her bir yanımı. Köhne odaların yolunu bilmeyenler sırf meraklarından gelip türlü emirler yağdırıyorlar bana dokunan ellere. Her ilmeğin bir anlamı olması şart! Hakkını vermeliyim taşıdığım kumaşın. Kumaşım elden geçecek ve bir eve yollanacaktı. Mahalle kadınlarının emirlerinden sonra işlenmeye hazırdım. Günlerce süren dantel, boncuk ve kanaviçe işlemelerinden sonra nihayet gidecektim ‘bohça’ sahibime. 

Bitirildiğim gün Sultan’ın evine doğru yollandım. Sultan daha 16 yaşında. Uzun siyah saçlarıyla gezinir durur çevremde. Ruhunun birazı  kadın, çoğu çocuk. Küçük yaşta öksüz kaldı diye sahip çıkmak istemiş konu komşu. Kendinden yirmi yaş büyük olan Haydar’ı lâyık bulmuşlar öksüzlüğüne; ortada kalmasın, koruyup kollansın diye. Toy aklın sözü mü geçerdi buralarda? Elbette varacaktı Haydar’a. İlk iş bohçaydı. Serdiler beni bir güzel, zılgıtlarla. Bir tarak, bir ayna, birkaç patik, bembeyaz bir çarşaf bir de mendil bıraktılar. Sıkı sıkı düğümlediler. Ne düğün ne dernek. Haydar geldi, duasını okudular. Bir odası olan kerpiç eve girdi iki baş. Sultan sadece çarşafı aldı benden. Elalemin öksüz ama iyi sahip çıkıldı demesi için gelen gidene gösterildi kan çanağı çarşaf. Para taktılar. İyi dediler, namuslu kız böyle olmalı, dediler. Bakın nasıl da parlıyor kanı, dediler. Sultan ana da olsa ne iyi olurdu. Bak! Nasıl doğurdu ay parçası gibi balaları deselerdi. İşte o vakit anasızlığı da babasızlığı da silinirdi belleğinden. Bu umutla dört can getirdi dünyaya Sultan; boy boy… Kerpiç evinin  bahçesinde çocuklarının yanısıra renk renk gül yetiştirdi çocuklarına kardeşcesine. Yetiştirdiği güllere kimse  dokunamadı, kimse gülleri  koparacak cesareti bulamadı kendinde. Güller, kendi rızasıyla dokunarak  güzelleştirebildiği  tek  ihtimaldi. Sultan bohçasını unuttu kadınlaştıkça. Yine bir gün bahçesinde yönünü güllere vermişken Haydar’ın Alman’a adı çıktığı haberi geldi. Herkesin kısmeti değil bu Almanya. Açlık, yoksulluk uğramaz oralara. Bir süre kalırdı Haydar. Sonra belki çocuklarla ver elini… Güller mi? Orada da yetişir. Koca Almanya! Daha iyisi daha güzeli olur. 

Haydar yükledi göçünü. Birkaç ay sonra bir fotoğraf gönderdi sadece. Çocuklarım sana ve  Allah’a emanet, çok iyiyim, yakında geleceğim yazmış cansız hatıranın arkasına. Sonra bir daha haber alınamadı Haydar’dan  ta ki  altı ay sonra çelik tabut içinde kerpiç evin önüne  indirilinceye kadar. Kimse dokunmamalıymış  bu tabuta. İlaçlıymış. Alman bilir, tahta tabuta bırakmamışsa vardır bir bildiği. Kimse açamadı korkusundan tabutu. Neden öldü, diye sordu herkes. 

-Polisten kaçarken kalbi durmuş korkudan.

-Hee. Allah rahmet eylesin. Yine de rahmetliyi yıkasaydık iyiydi. Kader işte. 

Sultan Haydar’ı tabutla gömdükleri günün gecesinde beni serdi döşeğine. Aynasının, mendilinin, tarağının, giyemediği  patiklerin öksüzlüğü siniyordu o ağladıkça her parçama. Düğümlerimi çözen on altı yaşın tazeliği çoktan tası tarağı toplayıp göçmüştü  bu diyardan.  

Haydar’ın gidişinden sonra  elindeki tüm imkanlarla hayata  göğüs germe vaktiydi. Tarlada tapanda çocuklarıyla kürek salladı. Pamuk tarlalarından kalan güneş yanıkları, çapalamaktan nasır tutan elleri ve çatık kaşları… Bohçasına ayakta kalmak için her gün yeni bir şey ekledi farkında olmadan. Bundan gayrı bohçayı düğümlemek de sermek de onun elinde.

Bir gün Sultan yine çapa işindeyken bir çift göz ilişiveriyor gözüne. Maraş’tan geldi diyorlar.  Bir bakıyor Sultan, bir daha bakıyor.Unutturulan kadınlığını aşeriyor bir çift gözde. On altı yaşın garipliğine dönüyor aniden. Güllerini yeniden seviyor o günden sonra. Ellerine, evine, bana yeniden dönüyor. Sevindim sevinmesine de boy boy yetişen bu çocukların akıbeti ne olacaktı acep diye de bir huzursuzluk girdi içime.

O bir çift göz gidelim, diyor. “Maraş’a gidelim. Çocuklara bacın bakar.” Sonradan tadına varılan gençliğin ne yöne sapacağı belli olmaz derler ya Sultan da yönünü bulamıyor, yolunu bilemiyor. Maraş’a giden ilk trene binip dört evladını Haydar’la girdiği kerpiç evin tek odasında bırakıp terk ediyor çocuklarını. Beni de  alıyor yanına. Nefesimi kesene kadar düğümlüyor. Masumiyetin ve teslimiyetin acılarla nasıl yoğrulduğunu  düşündükçe  nakışlarım incindi, boncuklarım döküldü  sıra sıra. Sık sık  Sultan’ın ardında bıraktığı gülleri anımsadım ıssız kasabalarda savrulurken. Sordum kendime; doğduğum evin yoksul elleri de gül dikmiş miydi vaktiyle?