Sabah uyanır uyanmaz, her şeyin bir rüya olduğunu görme umuduyla fırlıyorum yatağımdan, balkona çıkıyorum. Eğer sokaklar eski halinde olsaydı, tüm bunların rüya olduğunu kabul edecektim ama değil.

Balkondan şehri izliyorum, sokaklar bomboş. Nerede bu insanlar? Şehir üzerindeki adımları hissetmeyince üşüyor, hissediyorum. Ne garip değil mi? Kendisini evrenin merkezinde zanneden insanların, çıplak gözle göremedikleri bir virüse sokaklarını teslim etmesi? Sandığımız kadar “Yüce” bir yaratık değilmişiz demek ki. Bağırmak istiyorum boş sokaklara inip “Neredesiniz? Nerede o sokak kavgalarınız? Nerede o aceleyle hedefine koşturan adımlarınız? Nerede hayatlarınız?”

İnsan işte bu kadar aciz bir yaratık.

Sonra bir kuş konuyor ellerimi dayadığım demirlere. Bir canlı, özgür bir canlı. İsterse uçar gider buradan, tüm şehri hatta isterse tüm şehirleri ayaklarının altında bırakarak. Uç kuş ve git buradan, bizim yapamadığımızı yapıp terk et bu korkunç sahneleri. Bu sahneler insanı düşündürüyor ve gereksiz sorular sorduruyor, acaba Tanrı mı müdahale ediyor sürekli tüketen canavarlığımıza, yoksa doğa mı onu tüketip durduğumuz için intikam alıyor? Filmlerde izlerdik böyle boş sokakları, acaba film şirketleri bize oyun mu düzenliyor? Hiçbiri değil, yaşanan bu durum tamamen insanın acizliği.

Çöpler görüyorum sokaklarda, rüzgârla beraber savruluyorlar. Üzerine tükürüp geçtiğimiz, acımasızca kirlettiğimiz yerlere bile hasretiz. Şimdi sokaklar intikam alıyor.

O esnada vücudumu saran sıcaklığı hissediyorum, güneş sıcak ve parlak ışıklar saçıyor etrafa, günümüzü aydınlatabilmek için yoğun bir çaba içinde. Ama bu yaşanılanlara gün denilebilir mi? Hayır. Bunlar birikmiş saat tortularından başka bir şey değil. Mikroskobik bir canlının günlerimizi tortuya çevirmesi hepimiz için büyük bir ders. “Dersimize hepiniz hoş geldiniz, bugünkü sorumuz ‘Vahşice tüketirsek ne olur?’ sorumuzun cevabı için balkona çıkmanız yeterlidir, derse katılımınız için hepinize teşekkür ederim.” Hiçbir ders bu kadar katılımcıya sahip olmamıştır. Öğretmenimiz bir virüs ve bizler öğrencileriyiz.

Biraz düşüncelerime ara verip etrafımı dinlemeye başlıyorum. Önce ezan, sonra dua sesleri geliyor camilerden. Özellikle virüs için Tanrı’ya içten yakarışlar. Tanrı duyuyor mu acaba? Ben olsam duymazlıktan gelirdim, çünkü biz bu virüsü hak ettik, bu mahkumiyeti hak ettik. Sesler kesildikten sonra yeniden sokaklara çeviriyorum gözümü, belediye çalışanları görüyorum, sokaklardaki hasarlı yerleri onarıyorlar. Çalışmak zorunda olanlar çalışıyor. Kapitalizm virüsten daha zararlı olduğunu bize yine gösterdi. Bir virüs yüzünden başka bir virüse teslim edilen hayatları gördüm az önce. Bir süre onları izliyorum, sonrasında onlar da gidiyorlar. Balkonlarda başka insanlar da var yalnız değilim, hasretle izliyorlar sokakları. Biz sokaklara hasret, sokaklar bize. Balkonlardan birbirleri ile konuşanlar da var, sosyal bir canlı olan insan bu sıralar hiç olmadığı kadar yalnız. Yalnızlık yorar insanı, virüsten daha çok can alabilir. Yetkililerin bir de yalnızlıktan ölenler için sayı vermeleri gerekir bence, “Bugün yetmiş vatandaşımızı virüsten, milyonlarca vatandaşımızı yalnızlıktan kaybettik.” Hiç olmadığı kadar sabır gerekli insanlara. 

Ruhum daralıyor bu düşüncelerin altında, kafamı gökyüzüne kaldırıp derin bir nefes alıyorum. Nefes almaya çok ihtiyacımız var. Neyse bugünlük yeter bu kadar boş sokak, yarın bir daha kontrol ederim her şeyin rüya olup olmadığını. Yatağıma girip tekrardan uyumak, bu rüya son bulana kadar başka rüyalar görmek istiyorum. Kuş hâlâ gitmemiş olduğu yerde bekliyor. Sanırım o da istemiyor bu manzaraları daha fazla görmek, elinden geldiğince kapatıyor gözlerini. Ben de sırtımı dönüyorum artık boş sokaklara, görüşürüz kuş, görüşürüz boş sokaklar.